YERALTI MI, 'YERÜSTÜ' MÜ?



‘Bir Yel Esiyor Dünya Kavşaklarında’, Tasos Livaditis



Yer altı edebiyatı nedir ne değildir? Derginin bu ayki dosya konu başlığı buydu. Yani yeraltı edebiyatı olarak adlandırılan bir romanı belki bir filmi yahut şansım yaver gider ve varsa bir şiiri bulup inceleyecektim bu sayıda. Bir yazar, bir yönetmen, bir şair ve yerin kaç kat altı bilemiyorum ama kahramanlarını taşıyacaktım tekneye. Ancak bu edebiyat türü; okumuş ve gayet de sevmiş olduğum örnekleri olsa da bana yabancı sayılırdı. İçine beni hiç dahil etmemişti. Yahut dahil olmak istememiştim. Emin değilim! 

İnternet’ten yeraltı edebiyatı diye aratıp tanımına baktığınızda şöyle bir anlamla eşleşiyor olduğunu görürsünüz: “… ben özgürüm diye bağıran edebiyat türü. Sert, aykırı, eleştirel, çoğunlukla gerçekle hayalin ince çizgisinde varolmaya çalışan yeraltı edebiyatı; alkolizmin, cinselliğin, sıradışılığın, küfrün dışa vurumudur.” 

Ben özgürüm diye bağıran bir edebiyat türü, özgür olduğunu kanıtlamak adına, ve bu özgürlüğün sınırsız sınırlarını deneyimelemek için yerin altına iniyordu. Belki de bu, algımda bir tezat oluşturduğu için kendimi hep yerin altından ziyade yerin üstünde bir dille ifade etmeyi ve o romanlara dahil olmayı seçmiştim… bilemiyorum!

Deliler Teknesi’ne ikinci yazım olacaktı benim. Şiirle başladım şiirle devam edeyim o zaman dedim. Ama öyle bir şiir olsun ki seçtiğim; özgürüm diye bağıramasa da özgürlük istiyorum diye haykırıyor olsun dizelerinde. ‘Sert, aykırı, eleştirel, çoğunlukla gerçekle hayalin ince çizgisinde varolmaya’ nasıl çalışacak peki! derseniz; alasını yapacak derim ben. 

Çünkü yerin bizzat üzerinde yüzyıllardır süren savaş denen olgunun, sevgi diye avazı çıktığı kadar bağıran insanla tezat oluşturacak şekilde; bu ölme, öldürme, daha fazlasına sahip olma ve çıkar sağlama içgüdüsünün aykırılığını eleştirel bir dille anlatan hatta yargılayan, savaşın kalbinde bir yerlerde gerçekle yüzleşirken, hayalinin ince çizgisinde var olabilecek bir barış umudu besleyen insanı anlatıyor olacaktı çünkü.  

İkna olmadınız haliyle! İkinci sorunuz şu olacaktır muhtemelen; Alkolizm, cinsellik, sıradışılık, küfür bunun neresinde? Oysa tam da göbeğinde. Çaresizliğin, önünü görememenin, yanıbaşında yaşanan ölümün kavruk acısının en derinde hissedildiği ve savaşın toplum yaşantısında var olduğu yılların tümünde; alkolizm de cinsellik de küfür de hayatın tüm yollarını tıkayan, üzerini örten yahut açan mekanizmalardır bana göre. 

Savaş; doğanın ve özelde insan doğasının tüm güzelliğini, samimiyetini ortadan kaldıran her türlü aşırılığa, istismara bir anlamda izin veren, en ‘yerüstü’ yaşanan yeraltı gerçeğidir bence. Sadece; gücün, iktidarın ve bir şekilde meşru bir kılıfla giydirilip halka kabul ettirilerek girişilen bir kıyımın, açlığın, onay görmüş halidir; "savaş".


Tasos Livaditis kimdir?

Tasos Livaditis 20 Nisan 1922’de Yunanistan’ın başkentinde, Atina’da dünyaya gelir. Hukuk okur. Fakat edebiyat özellikle de şiir kalbini kazanacak ve ömrünün sonuna kadar vazgeçilmezi olacaktır. Kendisi sol kulvarda yer alan ve bu bağlamda politikanın içinde belirgin faaliyetlerde bulunan, tavrı-net bir üyesidir aynı zamanda. Bunun sonucu olarak 1947-1951 yılları arasında sürgünde yaşayacaktır. Bu dört senede dört farklı yere sürükler hayat onu. Sürgün halinin sona erdiği şehir doğduğu şehir Atina olur. Aşağıda incelemesini yapmaya çalışacağım ‘Bir Yel Esiyor Dünya Kavşaklarında’ şiiri bu dönemin şiiridir ve 1948 -1952 yılları arasında suçlanmış, toplatılmış hatta yargılanmış bir şiirdir. 10 Şubat 1955’de Atina Mahkemeleri tarafından aklanmıştır. 

Yunan halkı Livaditis ile 1946’da ‘Serbest Yazılar’ dergisindeki bir şiiri ile tanışır. Şiir ‘Hatzidimitri’nin Şarkısı’dır. 1947’de ‘Themelion’ dergisinin yayınlanma sürecinde yer alır. ’52’de ise ‘Gecenin ucundaki Savaş’ adı ile ilk şiir seçkisi yayımlanır. Aynı zamanda 1954-1980 yılları arasında ‘Avgi’ (Şafak) gazetesinde şiir eleştirmeni olarak çalışacaktır. (1967-1974 yılları hariç çünkü diktatörlük döneminde gazete 7 yıl boyunca kapalı kalacaktır.) 

Livaditis doğduğu şehirde ölmüştür. Ardından Mikis Theodorakis başta olmak üzere pek çok besteci tarafından da şiirleri bestelenmiştir. Livaditis şiir harici film senaryoları da kaleme almıştır. Şiirleri; Rusça, Sırpça, İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Bulgarca hatta Çince’ye bile tercüme edilir. Bu noktada önemli ve üzücü bir parantez açmak isterim ki; Türkiye’de maalesef Tasos Livaditis’in tek şiiri Türkçe’ye kazandırılmıştır. O da ‘Bir Yel Esiyor Dünya Kavşaklarında’ uzun şiiridir. 

Yunanistan’daki Yazarlar Derneği’nin kurucu üyelerinden olmakla birlikte 1957’de Atina olmak üzere, 1976 ve 1979’da üç ayrı Devlet ödülü ile onurlandırılmıştır. Birinci Uluslararası Varşova Festivali’nde Şiir ödülüne layık görülen ilk şairdir. 

Livaditis’in Şiiri

Şiirlerinde benzersiz otantik bir hava hakimdir. İnsan doğasını ve kendi iç dünyasını kimi zaman iyimser, kimi zaman da kötümser yanları ile yansıtır. İlk yayımlanan şiir seçkilerinde belirgin şekilde devrimci bir eğilim öne çıkar. Sonraki yıllarda ise bu azalacak yahut değişime uğrayacaktır. 

Ödenmemiş hesapların, tamamlanmamış tutkuların ağıdı, gerçekleşmeyen hayallere seslenişe dönüşür. Aşk, yalnızlık ve sert hatlarla belirginleşen toplumsal eşitsizliğe mecbur kılan bir sistemle deliliğe sürüklenen bir dünyayı yansıtmaya çalışacaktır. İkinci dünya savaşı ve kendi ülkesinin diktatörlük, iç savaş, işgal dahil pek çok acı olayına tanıklık etmiştir. Bu nedenle tüm çağdaşları gibi yaralıdır. 

Ölümünden sonra 1990’da yayınlanan bazı şiirlerinde bir anlamda kendi kısa biyografisine yer verdiği görülür. ‘Sonbahar Yazıları’ bir anlamda otobiyografiktir. Şöyle ifade eder kendini; "Şiir büyük bir gerçekliktir. Yarama, yaram dışında kimse yardımcı olamaz. Buradayım. Aranızda ve yapayalnız. Şiir evet en büyük gerçekliktir, seneler sonra keşfedebileceğin… o zamandır ki artık hiç bir işine yaramaz insanın bu keşif. Hayattaki her önemli şey belki de aslında sadece belirsiz rüyalara bağlıdır." 


Bir Yel Esiyor Dünya Kavşaklarında

Dondurucu soğuk
bir yel esiyor ülkenin ıssız sokaklarında
rüzgâr tozu dumana katıyor
uçuşuyor sigara izmaritleri bulutlar kağıtlar
sokaklarda koşuşan kimi yayalar
yel esiyor hapishane koridorlarını arşınlayan tutukluların
çıplak bacaklarında
yel esiyor hastane kapılarında doğum yapan kadınların
kanlı göbeklerinde



Tasos Livaditis döneminin hemen hemen tüm şairleri gibi kahramanlığın duygusal bir başa çıkma yöntemi olarak şiirlerinde lirizmi kullanır. Günlük konuşmalar, lirik anlatımlarla okuyucuya aktarılır. Sanki görünmeyen biri ile bir monolog halinde sürdürülür. Anlatıcı kendisidir. Ki bu yol serbest vezinin çok daha fazlasını sunar. Bu yöntem sinema tekniği tabiri ile ifade edilir. Ki yukarıda da belirttiğim gibi Tasos Livaditis aynı zamanda sinema senaryoları da yazmış bir şairdir. 

Şiirin bu ilk dizelelerinde, soğuk hem gerçek anlamı ile hem de sembol olarak kullanılmıştır. Mevsim kıştır evet fakat aynı zamanda savaşın içindeki bir milletin zorluk açlık sefalet ve belirsizlik içindeki durumu anlatılmaktadır. Dondurucu soğukla birlikte esen rüzgar tozu dumana katarak ıssız sokaklar yaratmıştır. İnsanlar bu soğuk ve sert esen rüzgardan kaçmak için koşuşturmaktadır. 

Dondurucu soğukla birlikte esen aynı zamanda savaşın rüzgarıdır. Diğer yandan hayatın acı gerçeği; hapishaneler ile kısıtlanan özgürlükler ile, hastanelerde her şeye rağmen hayat veren kadınlar tezat oluşturacak şekilde anlatılmaktadır. Hayat bir noktada zor bela devam etmektedir. Şiirde bu örnekler çoğaltılacak; gecekondular, meyhaneler, kirece bulanmış emek işçileri, yetimhaneler, çocuk bakım evleri genelevler, hatta ‘eski kral sarayında’ tabiri ile köhne monarşi dönemine bile gönderme yapılacaktır. 


Savaşta ölenlerin anısına dua

Kürsüler
Bakanların silindir şapkaları
monokl
eldivenler
değerli kürkler
askerler hazırolda
parıldayan kasaturalar ardında
halk küme küme

Suratlar dörtköşe buruşuk
yüzler soğuktan solgun dumandan solgun
kalın güçlü çeneler çürük dişler
gözler kasketler altında kırışık
kıpkırmızı asık

Huzur ver kullarına Tanrı
aleluia
bir yel esiyor


Bir kadın sıkıca sarılmış çocuğuna
çocuk acıdan kıvranıyor
kes sesini Bakan konuşuyor


Livaditis’in toplumu konu alan neredeyse tüm şiirlerinde gödüğümüz tezat ve ikilem bir arada sunulmuştur. Sistemin eşitsizliği savaşta daha da belirginleşir. Savaşta olan ülkedir. Ama zorda olan halkın -sistemin ezdiği halkın- yükü, kürsüden bakanların ağzından yine halkın ruhuna ağırlaştırılarak işlenmektedir. 

Bürokratlar gayet iyi giyimli, şapkalar, eldivenler değerli kürkleri ile boy göstermekte ve askerlerin duvar oluşturduğu bir çemberin ardında halk vardır. Ve o halk ki; umutsuz, beklentisiz, yüzleri asık ve solgun, açlık ve kötü şartlardan bir zamanlar güçlü olan çenelerinin içinde dişleri artık çürük. 

Çürük dişler; dönemin şairlerinde genellikle yıkımın ve ölümün sembolü olarak kullanılır. Livaditis de yarattığı tezat içinde bu sembolü kullanmayı tercih eder. İkinci tezatta ise yaşam şartlarının, ve acının kürsüdekilerden çok halkı etkiliyor olmasına rağmen yine de insanların umutlarını o kürsüye bağladıklarını, ağızlarından çıkacak bir umut sözcüğüne tutunduklarını görürüz. Diğer yandan ise belki de savaşın tüm yıkımına kapıyı aralamış ve içeri buyurmuş sorumluların, halkı dua ile ve Tanrı’dan bekledikleri bir huzurla yatıştırmaya çalıştıklarını görürüz. Oysa yel esiyordur ülkenin bütününde.

-Ulusun güvenliği korumak durumundayız
-İşçiler işlerinden atılacakmış yarın -şimdi ne olacak
-Yardım elinizi uzatın biz yoksullara
-Mutludur açlar ve susuzlar
-Vatanın özgürlüğü
-Hastaneye götürdüm parasız olmaz dediler
-Silahlanmak zorundayız
-Öldü


Burada kürsüden gelecek bir umut kırıntısına kulak kesilen insanların birbirleri ile aralarında geçen konuşmalara tanık oluyoruz. Giriş bölümünde bahsettiğim meşrulaştırma da bir anlamda burada devreye giriyor. “Ulusun güvenliği”, “Vatanın özgürlüğü”… bunlar güzel ideallerdir. Yapılması gereken, paranın harcanması gereken halk değildir. “Silahlanmak zorundayız”… faturası hep halka kesilir. “İşçiler işlerinden atılacak”, “Yoksullar… Açlar… Susuzlar”… “Vatan için özveri gerek” diyecektir  şiirin ilerleyen bölümünde tam da “Bakan elini kapkara gökyüzüne sallarken ve elleri ihanetin şeklini çizerken”.

Oysa gerçek bilinmektedir;

bulutlar bayraklar birbirine dolanmış
ölüm bir generalin maskesiyle dünya turunda
kara giysilerini yıkıyor kadınlar gözyaşı dökerek


Yasın ifadesi olan kara giysileri kadınlar gözyaşları ile yıkamaktadır. Ve o giysiler daha uzunca bir süre kadınların üzerinde yıkanıp tekrar tekrar giyilecektir. Açlıktan kıvranan halk ölürken yine aç gidecektir bu dünyadan, çocuklar kaybettikleri babalarının koltuk değneklerini bebek sayıp oynayacaktır daha… 

Gerçeğin lirik anlatımını sunar şiirinin her dizesinde Livaditis. Ve gerçek yüzümüze savaşın kanlı yüzü gibi çarpar. Şiirin ilerleyen bölümünde ‘doğurun analar doğurun’ diye bir serzenişte de bulunacaktır şair.. “Savaş için yeni ölüler gerek.”


Açlıktan kokan nefesimizden
gömülen ölülerimizin ağızları açık
ölülerimiz aç

Eşikte oturan küçük bir kız
babasının koltuk değneğini bir beze sarmış
taşbebek gibi
ninni söylüyor
ninni ninni 


Çeşitli semboller yahut hiç sembol kullanmayıp doğrudan kendi ülkesindeki savaş halinin gündelik hayata, vatanı oluşturan halka nasıl yansıdığını tüm toplum bireyleri üzerinde tek tek anlatıyor şair. Sonra, Dünya’ya bakıyor. Batı’ya önce, gözünü çeviriyor sonra; Doğu’ya, Asya’ya… derken Almanya’ya ve son olarak kendi ülkesinin işgalini anlatıyor son dizelerde… Savaşta gencecik insanların -hayatı yaşayacak gülüp eğlenecek, kendi topraklarının nehirlerinde yıkanıp, içkilerini içebilecekken- bilmedikleri başka topraklarda can verdiklerini… Ne için?


Yollar tarihler kişiler birbirine dolanıyor rüzgârda
savaş alanlarındaki tozlar sürüklene sürüklene
Avrupa’yı sarıyor giderek
bir yel esiyor tarlalarda limanlarda yollarda 
Asya’nın büyük yangınları camlarımıza yansıyor
gecede bir çığlık

….

Alman gençleri yolda giderken 
savaş patladı
şimdi yabancı bir ülkede toprağın altında çürüyorlar
oysa Ren’e gitmek
içki içmekti amaçları…


Şiirin devamında tekrar kürsüdeki konuşmayı dinleyen halkın bulunduğu alana çeviriyor dikkatimizi Livaditis. Küçük kızdan bir kez daha bahsediyor bize; ninnisine aralıksız devam eden kızdan... Bu defa kızın uyutamadığı koltuk değneğinin ona savaşı anımsatmasını hatırlatıp, değneğin uykuya dalmaması yani huzuru bulamaması metaforu ile savaşın bitmeyişini sunuyor bize. Batı’yı sarışını savaşın; yer ve göğün ateşin rengine bürünmesini; ortalığın ve dünyanın sessizliğini okuyoruz;


bir sessizlik oldu birden
Güneş inmeye başladı. Batının alevleri içine
Ve gökyüzü kıpkırmızı. Toprak kıpkırmızı. Kan gibi.
Ve dünya tümüyle sessiz. 

…..

Ölüler yavaşça ayağa kalkıyor
diğer ölüleri çiğneyerek ilerliyorlar
onlarda sürünerek arkadaşlarına tutunuyorlar ve
katılıyorlar yürüyüşe


Ne idi sorumuz? Yeraltı mı, yerüstü mü? 

Savaşın, savaş halinin, ölümün, bu denli büyük yıkımların, derine yer eden acının kısaca yer üstünün nasıl bir yeraltı dehlizine dönüştüğüne tanık oluyoruz bütün çıplaklığı ile şiirde. 

Ayağa kalkanlar reelde ölü değiller, ancak öyle bir acı içindeler ki ruhen ve bedenen ölüden farksızlar ve gerçekte kalpleri artık atmayan bedenlerin üzerinden geçerek, çiğneyerek ilerleyip ayakta kalmaya çalışıyorlar. Devam etmeleri gerek. Çünkü savaşta bir noktadan sonra herşey olağan görünmeye başlar insana; ölüm bile. 

Yerde yatan ölü beden insan değildir artık, vicdan işlemez, duygu denen her şey koparılıp sökülmüştür içinden. Yerde yatan ölünün tutunup ayağa kalkmaya yarayan bir taştan, değnekten hatta sürünerek ilerlediğimiz topraktan bir farkı ve önemi kalmaz artık. Ki ileriki bölümlerde savaşın büyük yıkımının anlatımını; oyulmuş iç organların dahi ellerde taşınmasını betimleyerek kuvvetlendirecek ve derinleştirecektir. 

Derken bi mucize belki; ayağa kalkan kalabalığı tanımlıyor bize ve “bir çığ gibi nasıl büyüdüğünü”, ‘yol verin açılın’ diyor şair… "barış"!


Binlerce insan ilerliyor
asık suratlı
kaba yapılı
kirli
Tanrıya inanmakta güçlük çeken
yeni kocaman bir Tanrı taşıyarak
kendi güçleri 
dünyanın her yerinde ağlayan bizler
dünyanın tüm kutsal inançlarını lanetleyen bizler
tüm dünya dillerinde şarkı söyleyen bizler

barış
barış

….

Ve yel geliyor peşlerinden
büyük yel izliyor onları
yel geliyor peşlerinden gürül gürül
barış
barış
b a r ı ş


Şiirin son bölümünde, bu uzun şiirin başlığı dahil, defalarca tekrarlanan “bir yel esiyor” cümlesinin aslında başta anlattığı kötümser halinden, kalabalıkları sürüklediği bir umuda dönüşmesini ve o umudun adının da ‘barış’ olduğunu görüyoruz. 

İnsan hallerini gündelik şeylerle çok iyi anlatan Livaditis, sık kullandığı kötümserlik ve iyimserliği aynı şiir içinde sunuyor bize. Ve en umutsuz durumun bile tek başına değil ama dirilen ayağa kalkan bir kalabalıkla nasıl da umuda dönüşebileceğini, savaşın nasıl barışa evrilebileceğini gösteriyor bize. 

Noktayı kitabın arka kapağından bir alıntıyla koymak istiyorum müsaadenizle; 

“Dünyanın tüm dillerinden yeni bir dille, yepyeni bir şarkı söyleyen kalabalıkların, barış diye haykıranların sesleriyle örülen bu destan…” 

Şunu belirtmek isterim ki bu fikir ve inanç; tıpkı Livaditis gibi aynı dönemin, aynı savaşları ve acıları görmüş neredeyse tüm şairlerinde, yani o savaş ve acıyı tatmış kuşakta vardı. Örnek derseniz kendisi ile aynı toprağın insanı şair Yiannis Ritsos’u ve hatta bir Alman ve bir Avusturyalı şairi de örnek verebiliriz; Ingeborg Bachmann ve Paul Celan. Ki biri kıyımın filiz verdiği ülkenin, diğeri ise Livaditis gibi kıyan elin işgal ettiği ülkelerden birinin vatandaşıdır. Ortak dilin güzelliği de bu olsa gerek.

Koşulsuz sevgi, güven, umut, inanç ve bitmek bilmez bir cesaretle... Ki ilki varsa, diğerleri zaten o şefkatli kökün tam da içinde, tomurcuk açacaktır! 


O.../

(Bu yazı Deliler Teknesi Edebiyat Sanat Dergisi'nin Mayıs-Haziran 57. Sayısında yanınlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.)






Yorumlar

Popüler Yayınlar