KENDİ HAYATLARININ ŞİİRİNİ YAZIP, KENDİLERİYLE SAVAŞAN DÖRT BÜYÜK USTA!


Tek yıldız kalmayacak gecede.
Gece kalmayacak.
Ben ölürken dayanılmaz evren de
Tüm varlığıyla ölecek benimle,
Sileceğim piramitleri, madalyaları,
Kıtaları ve yüzleri.
Sileceğim geçmişin birikimini.
Toz edeceğim tarihi, tozu toz.
Son günbatımını seyrediyorum şimdi.
Son kuşu dinliyorum.
Kimseye hiçbir şey bırakmıyorum.

Jorge Luis Borges



Jorge Luis Borges, ‘İntihar’ başlıklı şiirinde ölüme böyle yaklaşıyor. Hayatın acı verici deneyimine intiharla son noktayı koymayı seçen edebiyatçılar, dünyada bir iz bırakmayacaklarını  düşünmüş olabilirler mi; bilmiyorum. Ama bu yazıda biyografilerinden kesitler bulacağınız ve  kimine göre cesaret kimine göre korkaklık olarak tanımlanan intiharı gerek düşünsel gerek de eylemsel olarak yaşayan Stefan Zweig, Virginia Woolf, Ernest Hemingway ve Cesare Pavese  hayatları ve eserleri yoluyla biz ‘sıradan okur’lara çok şeyler bırakmışlardır.

Stefan Zweig, 28  Kasım 1881’de Viyana’da tekstil fabrikası sahibi Moritz Zweig ve Yahudi bankacı bir aileden gelen Ida Zweig’in ikinci erkek çocuğu olarak dünyaya gelir. Tipik bir Viyanalı Yahudi aristokrat çocuğu gibi eğitim alır. Henüz bir lise öğrencisiyken şiirler, hikayeler yazmaya başlar. İlk şiirleri “Die Gesellschaft” isimli bir Berlin gazetesinde yayımlanır. Yazmaya dur durak bilmeden hayatı boyunca devam edecektir. 

Zweig, ilk gençlik yıllarında sırf ailesini memnun etmek için Viyana Üniversitesi’ne kayıt yaptırsa da “sınırsız ve kusursuz bir özgürlük” bulacağını düşünerek Viyana’dan ayrılıp, eğitim ve yaşamına bir süreliğine Berlin’de devam etmeye karar verir. Viyana’dan bu ilk çıkış, ömrü boyunca içindeki huzursuzluğu dindirmek için bulmaya çalıştığı yer arayışına dönüşecektir. Berlin’de Ludwig Jakobowski’nin kurduğu “Die Kommenden” yazarlar derneği sonraki yıllarda kaleme alacağı öykü ve hikayelerindeki kahramanlar için birer model teşkil edecektir. Önce gelişen, başarıya ulaşan sonrasında çatırdayıp kırılan hayatlar, gazeteciler, yazar ve mimarlar, aristokratlar, şairler ve hatta madde bağımlısı, ayyaş homoseksüel burjuva olmayan kimseler ile karşı karşıya gelir. Bu dernekte tanıştığı genç bir Rus, Almanya’da henüz bilinmeyen ve Zweig’in doğduğu yıl olan 1881’de hayata gözlerini yuman Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanını kendisi için tercüme etme inceliğini göstermiştir. Aynı şekilde burada karşılaştığı Edvand Munch resimlerine hayran olmuş ve bu hayranlıkla kendisini psişik bir seansın katılımcısı olarak bulmuştur.1928’de “Arkadaşlara Mektuplar”da şöyle diyecektir: 

“Psikoloji biçimleri izah eder, bu giderek daha çok tutku halini alıyor bende, onlar üzerinde tarihi gerçeklikler ve şiirsel hayaller bazında dönüşümlü olarak çalışıyorum.” 

Edvard Munch, Zweig’in ruh bilimine yönelmesinin çıkış noktasını sunsa da hayatındaki tek önemli ressam olarak kalmayacaktır. 1904 yılında ‘ebedi gençliğin şehri’ diye tanımlayacağı Paris yolculuğunda W. B. Yeats’ın  arabuluculuğuyla katıldığı bir şiir okuma davetinde 80 yıl önce ölmüş olan ressam, gravür ustası, mistik ve fantastik eserler, mitolojik ve kozmogonik şiirlerin sahibi William Blake’in dizeleri ile tanışır. Kendini adeta büyülenmiş hisseder. Tarihçi ve aynı zamanda Blake monografisinin de yazarı olan arkadaşı Archibald G. B. Russell’dan, Blake’in bir karakalem çalışmasını edinmeyi başarır. Bu Shakespeare’nin “Kral John” udur. Zweig bu karakalem çalışmasını yaklaşık 30 yıl boyunca yaşamış olduğu tüm evlerde, rahat görebileceği bir yere asar ve seyahatlerinde en çok özlediği şeylerden birinin bu tablo olduğunu ifade eder. Sonraki yıllarda Blake monografisinin ilk Almanca çevirisi de Zweig’in elinden çıkacaktır. Paris’te ayrıca Rilke ile tanışır, Rodin’in atölyesini gezme fırsatı da bulacak ve çok etkilenecektir. Zweig’in çok sonraları tanışacağı bir diğer ressam ise Salvador Dali’dir. 

Kendisi gibi Yahudi olan gazeteci Theodor Herzl, genç Zweig’i destekler ve Avusturya’nın genç edebiyatçıları hakkındaki bir makalesinde, onu geleceğin parlak bir yeteneği olarak nitelendirir.  Ki zaman, bu öngörüsünde hiç de haksız çıkmadığını gösterecektir. 1901’de ilk, 1906’da ikinci şiir kitabı yayımlanır. Böylece Rilke’den de cesaret verici bir mektup alır. Sonraki yıllarda Zweig’in kendi deyimi ile 300 ile 400 arasındaki şiirlerinden yarısı çeşitli gazete ve edebiyat dergilerinde matbu olarak yayınlanmıştır. Zweig şiiri ve şiir yazmayı çok sevmesine rağmen kendisini ve sınırlarını şu cümle ile ifade eder:

“Kendimi bir şair olarak çok da yükseklerde değerlendirmiyorum…. sonuncu her fazlalık bende bir eksiklik: Sarhoşluk. Her daim biraz ciddi kalıyorum.”

Bu sözler kendi üslubunu bulmak istediğinin de ilk belirtisidir. 

Zweig’in doğumundan bir yıl sonra Londra’da edebiyat dünyasının önemli bir diğer ismi Virginia Woolf dünyaya gelir. Victoria Çağı’nın tanınmış yazarlarından Sir Leslie Stephen ile Julia Duckworth’un dördüncü çocuğudur. Stephen’ler özellikle varlıklı sayılmamakla birlikte yüksek orta sınıftandır. Aydın bir çevrede, güzel bir semtte yaşarlar. Yazlarını ise sonraki yıllarda Woolf’un yazmış olduğu “The Waves” (Dalgalar), “To The Lighthouse” (Fener’e Doğru) romanlarında ve hayatla bağını kopardığı son yolculuğunda da denizin öneminin çocukluk anılarından kaynaklı olduğunu göz ardı edemeyeceğimiz Cornwall’da geçirirler. Kültüre önem veren aydın bir çevrede yetişmenin Virginia Woolf’un gelişmesinde ve yazarlığında ne denli olumlu bir rol oynadığını kolaylıkla anlayabiliriz. Babasının kütüphanesinden sınırsızca yararlanabiliyor olması, akşamları Henry James, Thomas Hardy George Meredith gibi büyük yazarların sohbetini dinleyebilme şansı ona edebiyatın sonsuz kapılarını açmış ve kendi ‘farklı’ romanını yaratma imkanı sunmuştur. Virginia narin, kırılgan bir yapıya sahip olmakla birlikte, edebiyat dünyasında tanıyacağımız belki de en güçlü kadınlardan biridir. Annesini 13 yaşında, aniden, ölüme teslim eder. 

Cinsel tacize maruz kalır. Babası hiç de baskıcı olmayan, hatta çağına göre modern sayılabilecek bir babadır. Ancak Virginia onun kişiliğinin ağırlığında farkında olmadan ezilir. Babasının kendisinde yarattığı bu baskının kadın olarak feminizmi seçmesinde payı büyüktür. Abisinin tacizi ise cinsel konulara, erkeklere ve evliliğe bakışına keskin çizgiler, yüksek duvarlar çizmesine sebep olacaktır. Ancak 1912 yılında hayat boyu dost kalacağı, kendisine ömrü boyunca her türlü desteği veren, anlayışı esirgemeyen Leonard Woolf ile evlenir. Virginia’nın ilk romanı “The Voyage Out” 1913’de yazar tarafından tamamlanır. Ancak ağır bir ruhsal çöküntü yaşamaktadır. Böylece yayınlanması 1915 yılını bulacaktır. 

1934 tarihli güncesinde şöyle yazmıştır “ Tüm kalıpları kırmaya, duyduğum ve düşündüğüm her şey için yeni bir var olma biçimi, yani yeni bir ifade biçimi bulmaya kendimi zorladım… Sürekli bir caba gerektiriyor bu.”  İlk iki romanından sonra yani 1922’de hem içerik hem teknik olarak yapmak istediğini gerçekleştirir. Mrs. Dalloway 1925, To the Lighthouse 1927 ve The Waves 1931’ de yayınlanır. 1922’de tanıştığı bağlandığı aşığı Vita Sackville West ona Orlando’yu (1928) yazdıracaktır. “A Room of One’s Own” ise bir yıl sonra basılacaktır. Türkçe’ye ‘Kendine Ait bir Oda’ olarak çevirisi yapılan bu eser feminist görüşlerinin de yansımasıdır. 

Bugün neredeyse tüm edebiyat dünyasının kabul ettiği gibi; Virginia Woolf hayatı boyunca tek bir roman dahi yazmamış olsaydı bile eleştiri yazıları sayesinde İngiliz Edebiyatı’nda yine de saygın bir yer edinirdi kuşkusuz. Virginia Woolf’un edebiyata başlaması 20’li yaşlarının başında, yıl olarak söylememiz gerekirse 1905 yılında eleştiri yazılarıyla olur. Ve ömrünün sonuna kadar da bu yazıları sürdürür. Birçok gazetede, öncelikle de Times gazetesinin edebiyat ekinde eleştiri yazıları yayımlanır. Eleştirilerinin daha doğru adıyla ‘edebiyat üzerine denemeler’ inin en önemlileri “The Common Reader” (Sıradan Okuyucu) adıyla iki cilt halinde 1925’de yayınlanmıştır. 

“Sıradan okuyucularla aynı görüşleri paylaşmak beni sevindirir; çünkü edebiyat alanında kimin onurlandırılacağı, sıradan okuyucunun yazınsal önyargılarla bozulmamış olan sağduyusu sayesinde belirlenir genellikle,” diyen Dr. Johnson’ nın “Sıradan okur” sıfatını kendine uygun görür ve benimser. Bunda üniversite eğitimi almamış olmasının payı elbette vardır. Ki bu, eleştiri yazılarında ‘çok bilmiş ukalalığın’ izinin dahi görülmemesini peşinden getirir ve bu özelliği Virginia’nın yazılarını samimi kılan anahtardır. Ancak Virginia Woolf’un hiç de sıradan bir okur olmadığı da aşikardır. Hatta sonraki yıllarda Doroty Brewster, Woolf üzerine yazdığı bir kitabına “ The Uncommon Reader as a Critic” adını verir. Virginia’nın kendisini sıradan okur olarak tanımlamasındaki alçakgönüllülüğü “A Room of One’s Own” da da açık şekilde görülür; “Eğitim görmemiş her İngiliz kadını gibi, okumaktan hoşlanırım.” der kitabında. 

Woolf, her ne kadar kendini ‘sıradan okur’ olarak tanımlasa da çocukluğundan itibaren ömrünün sonuna kadar sürekli kitap okumuştur. Yazarın ve kitabının derinliğine inebilmek için eleştirmenin yaratıcı bir yanı olması gerektiğine inanan Woolf, romanlarında olduğu gibi eleştiri yazılarında da geleneksel kalıplara uymaz. Öyle ki kaleme aldığı eleştirilerinde de bir o kadar romancı kimliğine büründüğü zamanlar vardır. 

Okumayı çok seven çocukluğundan başlayarak ömrü boyunca okumaktan hiç vazgeçmeyen bir diğer yazar ise, Zweig ve Woolf’un gençlik yıllarına adım attıkları 1899’da dünyaya gelen Ernest Hemingway’dir. Hemingway ile 19. yy.’lı tamamlarken, Cesare Pavese doğmak için 20. yy.’ın başlarını, 1908’i bekleyecektir. 

Ernest Hemingway bildik bir anlatımla ifade edecek olursak, eski ve yorgun Avrupa’nın okyanus ötesinde, Chicago, İllinois, Oak Park’ta dünyaya gelir. Oak Park üst orta sınıfın yaşadığı eyaletin en zengin mahallelerinden biridir. Yıl 1899’dur. 19. yy.’ın kapanmasına bir buçuk yıl kadar bir süre vardır. Avrupa’nın gün be gün ısınan bir alev topuna dönüşmesine henüz biraz daha vakit varken, Hemingway’in doğduğu tarihte ülkesi kanlı ve çok fazla can kaybı ile sonuçlanan İspanyol Amerikan savaşının içindedir. Bu savaş Amerika için ulusal bir kahraman da çıkarmayı başaracaktır. O kahraman daha sonra ABD’nin en genç devlet başkanı unvanını alacak olan ‘Teddy’ Roosevelt’tir. 

Hemingway’ın hayatını incelediğimizde çocukluk yıllarının yaşamında ve edebi kimliğindeki etkisini babası, annesi ve Roosevelt ile açıklayabiliriz. Roosevelt’in çelişkilerinin Hemingway’ın hayatındaki bire bir yansımalarını en basit anlatımla şöyle özetleyebiliriz. Hemingway’de Roosvelt gibi çevre ve doğa dostu olup, aynı zamanda zevk için büyük hayvanları avlamayı severlerdi. Hemingway’in annesi sırf yazarımızın babası ile evlenebilmek için kariyerini yarım bırakmış ancak bu bırakış istemsiz sessiz ve sakin bir yapıya sahip olan babası üzerinde baskı yaratmış ve sessizliğe gömülmesine geri planda durmasına neden olmuştur. 

Virginia Woolf’un aksine, Hemingway’in babası ile olan ilişkisi annesi ile olan ilişkisine kıyasla daha iyidir. Hemingway’in güçlü karakteri her ne kadar aslında annesi ile benzerlikler gösterse de babası onun duygusal tarafıdır. Annesi ile olan anlaşmazlığı öyle bir boyutlara varır ki babasının ileriki yıllardaki intiharında annesini suçlayacaktır. Hemingway’ ın bu bağlamda ikinci ve benzer tavrını ikinci eşi Paulin’in  ölümünde oğlu Greg’i sorumlu tutmasında da görürüz. Hemingway üç oğlan çocuğuna sahip olacaktır. İlk eşi Hadley’den olan Jack ve Patrick ve ikinci eşinden olan Greg (Gigi). Yazmadan geçemeyeceğim ise şudur; Gigi’nin kişiliği, babası ile olan ilişkisi, renkli hayatı, bağımsız ve kesinlikle incelenip yazılması gereken psikolojik bir biyografi deneyimi olabilir. 

Önemli diğer bir konu ise hem Woolf’ un hem Hemingway’ in hayatlarında intihar, ailede örnekleri bulunan bir gerçekliktir. Pavese’ nin ise ailesinde olmasa da lise yıllarında iki arkadaşı gencecik yaşta intiharı seçmiştir. Hatta Hemingway tarafında intihar kendisinden sonra da devam edecektir. Torunu Margaux da tıpkı onun gibi intihar edecektir.

Hemingway’in yazı hayatında ve eserlerinde en bilinen yönü olan basit, kısa bir o kadar coşkulu cümleleri kullanmasında Star Gazetesinin editörü Peter Wellington’un payı büyüktür. Ancak üslup olarak örnek aldığı kişi aynı gazetenin spor yazarı olan Lionel Moise’ dir. Kendisi kaba saba, agresif sık sinirlenen kimi zaman saldırganlaşan bir yapıya sahiptir. Hemingway o yıllarda zayıf hatta pasif kalan babasının güçlü ve aktif yanını doldurabilecek bir rol model arayışındadır. Yaşı henüz çok gençtir. Ve Moise’yi kendine rol model olarak benimser. Böylece 17 yaşında sonradan önü geçilmez bir bağımlılığa dönüşecek alkolle de tanışmış olur. 

Kaderi 1918’in Nisan ayında henüz 20 yaşına basmamışken değişir. Gerçek bir kitap kurdu olan Hemingway’in idolü Kipling’in Boer Savaşı hikayeleri, Lafayette Escadrille’ deki gözüpek Amerikalı gönüllü pilotların haberleri kendisinin de böyle olma sevdasına kapılmasına sebep olur. Bundan bir yıl önceki başvurusu, ileri derecede göz hastalığı ve babasının evrakları imzalamayı reddetmesi yüzünden başarısız olur. Ancak vazgeçmeyi bilmeyen genç ve ateşli kişiliği onu Star Gazetesi’nden ayrılıp bir arkadaşı ile birlikte Kızılhaç’a yazılmaya iter. Ve Kızılhaç’a bağlı ambülans şoförü olarak Italya’ya gider. Görev alanına ulaşmadan, daha Milano’ya varıp trenden indiği anda savaşın gerçekliği ile yüz yüze gelir. Yakınlardaki bir cephanelik havaya uçurulur ve çoğunluğu işçi kadınlardan oluşan İtalyanlar’dan arta kalan ceset parçalarının toplanması işine yardım etmeye gönderilir. Böylesi bir deneyimin, ergenlikten henüz çıkmış evinden çok uzakta bir gencin hayatında yaratabileceği travmanın boyutları büyük olacaktır.

“Hangi gerekçe ve zorunlulukla olursa olsun, savaş suçtur. İsteyen piyadelere ve ölülere sorabilir,” cümlesi Hemingway’in “Treasury for the Free World” adlı kitabındaki önsözünde yer alır. İkinci romanı olan “Silahlara Veda” da ise “Dünya herkesin kolunu kanadını kırar, ama sonrasında birçok insan eskisinden de güçlü hale gelir.” diye yazacaktır. Bu noktada hayatta kalabilmek önemlidir. Ve Ernest Hemingway bunu zar zor da olsa başarabilenler arasındadır. 

Hemingway’i keşfeden ilk edebiyat eleştirmeni olma sıfatını taşıyan Edmund Wilson savaşın Ernest’ ta sebep olduğu travmanın etkisini yazılarında ilk fark eden kişidir. Örselenmiş hayatı Hemingway’in yaşamına büyük ve kalıcı izlerle zarar vermiş olmasına rağmen, yazarlığına faydası olmuştur.

Ernest Hemingway’in ambülans şoförü olarak ayak bastığı İtalya’nın bir başka yeri Santo Stefano Belbo’da Cesare Pavese, 1908’de Eugenio ve Consolina Pavese’nin çocuğu olarak dünyaya gelir.  Cesare Pavese’ nin bu yılları ile ilgili çok detaylı bilgi yoktur. Belbo, yazlık olarak kullandıkları Cesare’ın da çok sevdiği ilk çocukluk anılarını daima özlemle anacağı yerdir. Babası Italya’nın kuzeyinde Torino mahkemelerinde iyi bir görevdedir. Ancak beyin tümörü onun hayata çabuk vedasına neden olacak ve Cesare henüz 6 yaşındayken babasız kalacaktır. Annesi duygusal anlamda oğluna gerekli özeni gösterememiş yapı olarak soğuk ve uzak bir kadındır. Böylece Cesar 6 yaşında yalnızlıkla tanışır ve bu yalnızlık ve kopuş duygusu ömrü boyunca devam edecektir. Ender sayıdaki arkadaşlarından biri olan Natalia Ginzburg, kendi babasının ölümünden sonra London Magazine’de kaleme aldığı bir yazısında Cesare’ı hatırlayarak şöyle yazacaktır:

“Üzüntüsü sanki bir oğlanın, şehvetli umursamaz melankolisi olan bir oğlanın, henüz yeryüzüne inmemiş kuru ve ıssız rüyalar aleminde dolaşan birinin, üzüntüsüymüş gibi geliyordu bize.” 

Eugenio Pavese’nin ölümünden sonra aile Torino’ya taşınır. Torino şehrinin Pavese’nin kişiliğinin oluşmasında rolü büyüktür. Ayrıca çok seveceği kendini ait hissettiği bu şehre birçok kitabında yer verecektir. Torino o dönemlerde çoğu insan için bir İtalyan Şehri olmaktan çok Fransız şehriymiş gibi bir algı uyandırırmış. Hatta Pavese’nin bir kuşak öncesinde yaşamış ünlü Alman filozof Friedrich Nietzsche için ‘home’ olma özelliği taşımış.

Cesare Torino’daki liseye devam ederken dönemin iyi eğitmenlerinden Augusto Monti ile tanışır. Monti sonraları Mussolini’nin faşizmine karşı çıkacak önemli bir isimdir. Onu entelektüel birikiminin babası ve akıl hocası olarak benimser ve öyle etkilenir ve doğru yönlendirilir ki Pavese’nin bilinen ilk şiirleri bu dönemde ortaya çıkar. Liseden mezun olduktan sonra Torino Üniversitesi’ne devam eder. Seçimi edebiyattır. Özellikle de Amerikan Edebiyatı’na yönelir. Sonraki yıllarda Amerikan ve İngiliz Edebiyatı’ndan birçok önemli eseri İtalyancaya ilk kazandıran kişi yine Cesare Pavese olacaktır. 

İtalya, Herman Melville, James Joyce, William Faulkner, Charles Dickens, Gertrude Stein, John Steinbeck, Daniel Defoe ve pek tabii ki Ernest Hemingway’in eserleri ile Cesare Pavese sayesinde tanışacaktır. 

Üniversiteye devam ettiği yıllarda Kenyon Review’da yazılar yazmaya başlar. Yazıları “mitsel” olarak tanımlanır. Böylece Pavese ilk defa kendini olgun bir yetişkin olarak görür ve kendi deyimi ile “kısa pantolonlu” çocuk olmaktan çıkar. 1930’da mezun olduğunda çevirilere, “mitsel” yazılarının ilham kaynağı olarak gördüğü ve kendisinin en favori kitabı olan Melville’in “Moby Dick”i ile başlayacaktır. Faşizm ile birlikte bazı anti faşist gruplarla toplantı ve çeşitli buluşmalara katılır. Bu toplantıların birinde Komünist Parti’nin gizli bir üyesi olan Tina Pizzardo’ya aşık olur. Pizzardo Cesare’ın ev adresini mektup adresi olarak kullanmak için ikna eder. Söz konusu mektuplar hapiste olan anti faşist muhalif Altiero Spinelli’den gelecektir. Bu mektuplaşmalar 1935’de Pavese’nin tutuklanıp hapse atılması ile sonuçlanır. Güney’e yollanır ve ev hapsinde tutulur. Torino’ya dönüşünde ise hayal kırıklığı yaşar. Tina Pizzardo kendisini beklememiştir. Bu arada 1936’da “Lavorare stanca” (Hard Work) yayınlanır. Ancak faşist yönetim dört şiirine sansür uygular. Daha sonraki yıllarda bu şiirleri ihtiva eden yeni baskılar gelecektir. Tabii bu faşizmden sonra olacaktır. Şiirlerin güzelliği ile bir kez daha bu defa anlamı daha da genişletilerek kendisi için “geniş coğrafyanın modern mitsel şairi” denecektir. Tekrar hedef olmaktan çok ortaya koyduğu eserin sansüre uğramasını istemediği için 3 yıl boyunca (1938 1941) kendi hiç bir kitabını yayınlamaz. Sessizliğini ’41 ve ’42’de William Faulkner’ın “Hamlet”i ile son verecektir. 


Bu esnada ‘dünya vatandaşı’ yazarımız Stefan Zweig İspanya, İtalya, Londra, New York, Canada, Panama ve kendini hala onarmaya, yaralarını sarmaya çalışan Cuba ve Porto Rico ziyaretlerini tamamlamış, Paul Verlaine kariyerinin ilk biyografisi olarak yayınlanmış (1905), Balzac biyografisi bundan 3 sene sonra baskıya verilmiş, ve takvim sayfası 1912’yi gösterirken ilk evliliğini kendisi ile yapacağı Friderike Maria von Winternitz ile karşılaşmış, günlüğünün bilinen ilk bölümünü yazmaya başlamıştır. 1914’deki Belçika seyahati kendisini dünya vatandaşı olarak tanımlayan Zweig için hayal kırıklığı yaratacaktır. Artık savaş bir olasılık değil gözünün önündeki gerçektir. Yakaladığı son trenle ülkesine döner ve kendini sıcak savaşın içine itmeyen bir yöntemle gönüllü olarak savaşa katılmak için başvuruda bulunur. Viyana Savaş Arşivi’nde göreve atanır. Orada bir kez daha Rilke ile karşılaşacaktır. Atanmasından bir yıl sonra başçavuş ünvanı ile yeni görev yeri Galiçya’ya gönderilecektir. Galiçya Zweig’in hem yaşamında, hem savaş ile ilgili fikirlerinde önemli bir duraktır. Yolculuk esnasında ve varışta hem karşılaştığı konuştuğu insanlar hem şehrin görünümü, insanların umutla umutsuzluk arası ani ruh çöküşleri onun için travmatik olaylardır. Galiçya dönüşü 31 Ağustos 1915’de “Galiçya’nın İyileşme Dönemi” adıyla bir makale kaleme alır. Burada yeniden iyileşmenin önemini ve bunun için umudun ve sanatın oynayacağı rolden bahsetmiştir. Bir anlamda savaşı reddediş nedenini hatırlamış, onaylamış ve hayatının geri kalanı icin pasif duruşunu netleştirmiştir. 

Zweig 1907-1929 yılları arasında toplamda 12 oyun yazacaktır. İlki Tersites’dir. Sonrasında gelen “Jeremias" 9 sahnelik bir dramadır. Arkadaşı Thomas Mann ve Rilke “Jeremias" için olumlu görüş bildirirler. İnsel Yayınevinden çıkan ilk baskısı çabuk tükenir. Halklar üstü bir hümanizm anlayışının benimsemenin doğruluğunu savunur. 1918’de yani Ernest Hemingway’in İtalya’ya ayak bastığı zamanlarda Stefan ve Frederike, doğal olarak Almanya’nın sahnelenmesine izin vermediği “Jeremias”ın ilk gösterimi için Zurich’e gideceklerdir.  Stefan Zweig’in Petropolis’teki cenazesinde “Jeremias”dan bir bölümün okunması tesadüf değildir. Aynı yıl Hermann Hesse ve James Joyce ile tanışır. İlk gençlik yıllarında henüz üniversite öğrencisiyken kitabı ile tanışma fırsatı bulduğu Dostoyevski ile karşılaştığında takvim 1921’i gösteriyordur. 

Avusturya politik devrimini yapmıştır. Yeni yasalar nihayet Frederike ile evlenmelerine olanak verir hale gelir. Genç yıllarında yaptığı Hindistan gezisi 1922’de yayınlanan “Amok” ile meyvesini verirken, Paul Verlaine’in toplu şiirlerini Almanca’ya kazandırır. Kendi toplu şiirlerini yayınlaması iki yıl sonraya denk gelir. 1924-1931 yılları arasında peşi sıra muazzam eserler verir. Biyografiler yazar. Bu biyografileri psikolojik yönden de irdelediği tarihsel kişilikleri ile roman dili akışında yazmayı başarır ve biyografi türünün en önemli isimleri arasında adını yazdırır. Sırası ile Casanova, Stendhal, Tolstoy’u kaleme alır. Onları Fouche ve Marie Antoinette izleyecektir. Freud hakkında yazdıkları, Freud’un kendisinden bile onay ve destek alır. Zaten ünlü psikiyatrist en başından beri Zweig’i destekleyen isimlerden biridir. 

Hemingway’e dönelim biraz derseniz, hayatına ışık tutacak araştırmalar yapıp konu ile ilgili kitaplar okurken aslında hiç Hemingway okumadığınızı anlarsınız. Kendisi hakkında genel anlamda oluşturulan ve kabul edilen kanı şudur. Bencil, sevgisiz, kıskanç bir narsist, pasaklı, zorbalığa meyilli, kızdığında rakip gördüğü yazarlara ihanet edebilen sarhoş bir soytarı, kabadayı, silah düşkünü, kadınlara hem düşkün, hem onlardan korkan, hem de nefret eden ve artık yazamadığını anladığında intihar eden bir Hemingway portresi çizilir. Bu sert mizaç, bu katı portre tasviri gayet de gerçekçidir. Ancak kendisi aynı zamanda kalıtımsal göz bozukluğu olan, genç yazarlara destek veren, uzak coğrafyaları keşfi seven, cömert, hayatını tanımadığı insanlar için tehlikeye atabilecek kadar cesaretli, kitap kurdu, mutlaka kurşun kalem kullanan, daktilosunu yanından ayırmayan bir adamdır.

Her yazar ressam kısaca göz önünde olan önemli şahsiyetler de edebi kimlikleri haricinde kendi hayatlarının birer roman kahramanıysa onlara iç dünyaları ile yaklaşmak ve neden böyle bir dış yansımaları olduğunu anlamak belki de en doğrusudur. Bu noktada yazarı yazdığından ayıramayız mantığı ile Virginia Woolf’un romanlarında yaratmak istediği farklılığa katılmamak ve yeri gelmişken gerçek hayatla bağına değinmemek olanaksızdır. Woolf, gerçek hayatların maddesel değil ruhsal olduğunu bilir. Yansıtmaya çalıştığı her zaman budur. Göz önünde olandan, büyük görünenden ziyade iç dünyada az bilinen, saklı kalan, fark edilmeyen nelerin insanı nasıl dönüştürdüğü ile ilgilenir. Sanat ve edebiyatın kaynağı insandır dolayısıyla bu aşamada hayatın kendisi zaten bilinç akışında yaşanır diyebiliriz diye düşünüyorum.

Hayatları boyunca hiç tanışmamış olan Woolf ve Hemingway’ın ailelerindeki intiharların kendilerine bıraktıkları iz ortaklığı dışında, ne kadar doğrudur bilemem ancak bana göre tarzları çok farklı olmasına rağmen her ikisi de izlenimlere önem verirler. Şöyle ki Woolf bize sıralı tahmin edilir bir olay örgüsü sunmak istemeyerek verir o izlenimleri. Kendi algımızı harekete geçirmemizi ve kahramanın duygusuna kendi duygumuzu ve bakış açımızı katarak sonuca ulaşmamızı ister. Hemingway ise özellikle öykülerinde ne düşünmemiz gerektiğini söylemeden bizim düşünmemizi ister ve o noktadan sonrayı okuyucuya bırakır.


Woolf ile Zweig de hiç tanışmamışlardır. Onların arasındaki benzerlik yazın hayatından çok, ölüm ile randevularındadır. Her ikisinin de kitapları Nazilerce kara listeye alınmıştır. Hatta Zweig’inkiler yakılmıştır. Virginia ile kocası Leonard olası bir Nazi işgalinin İngiltere’yi de içine alması durumunda zehir içerek birlikte ölüme gideceklerine dair birbirlerine söz verirler. Fakat yaşama gücünü kaybeden her an delireceğini ve yeni bir krizin kapıda olduğunu hisseden Virginia Woolf 1941yılının Nisan ayının ilk günlerinde kendi canına kıyar. Üstelik cebine doldurduğu taşlarla çocukluk yıllarından özlemle andığı denizin sonsuzluğuna kendini bırakarak. Stefan Zweig ise onun tek başına seçtiği ölümü, tıpkı Virginia’nın Leonard’la anlaştığı şekliyle uygular ve 22 Şubat 1942’de huzuru bir nebze yakaladığı, sonradan depresyonlarının çoğalmaya başladığı bir umutsuzlukla yerleştiği Rio de Janeiro, Petropolis’de ikinci eşi Lotta ile birlikte yatağa uzanarak hayat yoluna son noktayı koyar. Stefan Zweig’in son mektubu önemlidir ve edebiyatın içinde olan seven herkes bu mektubu mutlaka okumuş ya da bu yazı bittiğinde belki merak edip bulup okuyacaktır. Zweig’in kaleme aldığı son biyografi kitabı “Montaigne”dir. Montaigne’in ölüm üzerine olan fikirlerini o tek cümleyle şöyle yorumlamıştır. “Yaşam başkalarının iradesine, ölüm ise kendi irademize bağlıdır.” ve bana göre son noktayı koymuştur.

Hemingway ise Avrupa’da yaşanan savaşların belki de bir Avrupalı’nın içinde bulunmadığı kadar kalbinde yer almıştır. Bile isteye, gönüllü olarak, yaralarına aldırış etmeden devam ederek. Tüm kitaplarında önce kendinden beslenir. Sonra savaştan ve tabii ki kadınlardan. Bazı eleştirmenlere göre “Hemingway’in yazması için aşık olması gerekmektedir”. Kitaplarındaki kadın karakterleri irdelediğimizde bunun doğru olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dört evlilik yapar. Bu evliliklerinden en sansasyonel ve göz önünde olanı üçüncü eşi ile yaptığıdır. Martha Gellhorn döneminin ilk savaş muhabirlerindendir. Güçlü bir kadındır. Hemingway’in en tutkulu aşkı olduğu söylenir. Hemingway tüm antifaşist fikirlerini onun sayesinde edinecektir. Ölümünden sonra yayınlanacak olan “Paris bir Şenlik” dir kitabı için azınlıkta da olsalar bazı eleştirmenler, ilk karısı Hadley’e bir özür niteliği taşıdığına değinirler. Hemingway’in kaleme alınmış biyografilerini incelediğimizde yazarın iyi, huzurlu ve en önemlisi mutluyum diye tanımladığı yıllarını Paris’de geçirdiği zamanlar olduğuna şahitlik ederiz.

Yazı dilini sevdiği ve sevdiği için İtalyancaya çevirerek Amerika’nın bu ünlü yazarını İtalyanların da tanımasına  olanak sağlayan Cesare Pavese, Hemingway’in bir anlamda aksine kadınlarla arası hiç iyi olmamıştır. Bunda küçüklüğünde tanıştığı yalnızlığın, annesinin duygu bağlamında var ama yok niteliğindeki eksikliğinin payı tabii ki büyüktür. İki kez evlenecek gibi olur ancak bu ilişkiler bir sonuç vermez. Son olarak Amerikalı aktrist Constance Dowling’e aşık olur. İlişkilerinin başlamasından bir yıl sonra birliktelikleri zamanını doldurmuştur. 1950’de yaşayan en iyi iki Italyan yazardan biri olarak gösterilecek ve “The romanze in June” ile en prestijli ödüllerden bir olan Stega’ya layık görülecektir. Ödülden iki ay sonra, 27 Ağustosta kaldığı otelin odasında ölü olarak bulunur. Yüksek doz uyku ilacı yutmuştur. Ölümünden sonra yayınlanan günlüklerinden sebebin aşk ve artık hiç bir zaman mutlu olamayacağına inanmışlığını okuruz. 

Ölümünden sonra her zaman duygu yüklü sanatsal yönü ile övülecek ve hatırlanacaktır. Italo Calvino Pavese için ilk çalışmaları yapar. Cesare’ın kendi etrafında ördüğü yalnızlık duvarı ve duygusal hüzünlü hali yarattığı eserlere bunun tersi olarak yansır. Belki de şefkatli bir aşkı hayal ettiği iç dünyasından uzaklaşmak için eserlerinde realizmi seçmiştir.



Kaynakça: 
Hartmut, M, Stefan Zweig, 1988
Urgan, M, Virginia Woolf, 1995
Sigal, C, Ölümsüz Hemingway, 2015
Pavese, C, Yaşama Uğraşı, 2000, çeviren Cevap Çapan
Ayrıca poetry foundation ve casa zweig internet sitelerinden yararlanılmıştır. 
*Stefan Zweig’in üç biyografi kitabından esinle; ‘Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’, ‘Kendileriyle Savaşanlar’ ‘3 Büyük Usta’.


(Bu yazı Roman Kahramanları Dergisi Nisan-Haziran 2016, 26. Sayısında yayınlanmıştır. Kaynak belirtmeden kullanılamaz.)

O.../





Yorumlar

  1. Merhabalar,


    Avusturyalı roman, tiyatro, biyografi yazarı Stefan Zweig'i ilk olarak ''Satranç'' kitabıyla tanımıştım. ‘’Olağanüstü Bir Gece’’ adlı romanını da dün itibariyle bitirdim. ”Olağanüstü Bir Gece”, seçkin bir burjuva olarak rahat ve tasasız varoluşunu sürdürürken giderek duyarsızlaşan bir adamın hayatındaki dönüştürücü deneyimini anlatmaktadır. Romanda beni en çok etkileyen cümle şu iki cümle olmuştu:


    -Kendisini bulmuş olan insan dünyada hiçbir şeyi kaybetmeyecektir. Kendi içindeki insanı kavramış olan insan ise bütün insanlığı anlayacaktır.

    -Ne var ki bu satırları zaten sadece kendim için yazacaktım ve kendime bile tam açıklayamadığım bir şeyleri başkaları için anlaşılır kılmak gibi bir niyetim hiç yoktu.


    ‘’Olağanüstü Bir Gece’’ adlı romandan altını çizdiğim, en sevdiğim yirmi alıntıyı okumanız için sizinle de paylaşmak isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/olaganustu-bir-gece-romanindan-muhtesem-20-alinti/

    Umuyorum ilgiyle okursunuz,
    edebiyatla ve sağlıkla kalın.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar