KIRMIZI PAZARTESİ, yahut gerçek adıyla CRONICA DE UNA MUERTE ANUNCIADA*


Yağmur yağıyor. Akşamüstü
buluttan bıçak. Yağmur yağıyor.
Akşamüstü sırılsıklam
hüznünle.
Bazen rüzgâr eser
şarkısıyla. Bazen…
Ruhumun yaslandığını hissediyorum
senin yokluğuna.

Yağmur yağıyor. Seni
düşünüyorum. Ve düşlüyorum.
Bu akşamüstü kimse gelmeyecek
sımsıkı kapanmış yasıma.
Hiç kimse. Sadece yokluğun
her saat içimi ağrıtan.
Yarın varlığın
gülle geri dönecek.


Gabriel Garcia Marquez 
(1944)



Gerçek


Gabriel Garcia Marquez’den tek ricası vardır annesinin; yazmayı çok istediğini bildiği bu acı hikâyenin iç yüzünü, başkahramanların anne-babaları sağ olduğu sürece yazmaması. 

Takvimler Ocak 1951’i göstermektedir. Sucre adında küçük bir kasabada düğün günü, damat Miguel Palencia’ya iletilen notla, yeni gelin Margarita Chica Salas’ın bakire olmadığı bildirilmiş, kadının erkek kardeşleri Victor Manuel ve Jose Joaquin Chica Salas, küçük düşmüş ailesine geri gönderilen kız kardeşlerinin, eski sevgilisi Cayetano Gentile Chimento’yu, ana meydanda tüm kasabanın gözleri önünde, Margarita’yı baştan çıkardığı, bekâretini bozduğu ve ortada bıraktığı iddiasıyla öldürmüşlerdir. Olayın meydana geldiği 22 Ocak sonrası Marquez’in ailesi, Sucre kasabasını geri dönmemek üzere terk ederler.

Cinayetin gerçekleşmesinden 28 yıl sonra 1979’da dünya turundan dönerken havaalanında elinde bir doğan taşıyan Arap Prensini görmesi ile yeni romanını kafasında kurmuş böylece hikâyeyi anlatmanın yolunu da çözmüştür Marquez; Esasen İtalyan göçmen kökenli Gentile; Santiago Nasar adında bir Arap, Marquez’in eşinin arkadaşı olan ve eve gönderilerek ailesi küçük düşürülen gelin Margarita Çhica; Angela Vicario, Miguel Palencia ise Bayardo San Roman adını alır. Gerçek hikâyede sadece kardeş olan katiller, kurguda ikiz olarak yer alacak, adları Pedro ve Pablo Vicario olarak değiştirilecekti. Kitapta yer alan diğer pek çok ayrıntı gerçek hayatta olanın aynısı ya da benzeri olarak yansıtılacaktı. Cinayetin işlendiği 1951 yılı aslında siyaseten çalkantılı bir dönemi işaret etse de romanda bu tarih daha geriye gidecek ve siyasetten arındırılıp daha çok sistemin yarattığı kadın erkek eşitsizliğine ve kilisenin katı kurallarına atıfta bulunacaktı. 

Gabriel Garcia Marquez, 19 Mart 1980’de bir Küba ziyaretinde, çoğu insanın yazdığından dahi haberdar olmadığı romanını ‘geçen hafta’ bitirdiğini ilan eder. Marquez annesine verdiği sözü tutmuştur. 

Kırmızı Pazartesi, yahut gerçek adıyla Cronica de una Muerte Anunciada


Gerçekleşeceğini, Marquez’in belki de bugüne kadar en etkili olmuş kitap adından okuduğumuz bir cinayetin kurbanının kim olduğunu da romanın giriş cümlesiyle öğreniriz;  “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı.” 

Romanın adının ilk kelimesi “Cronica", belli bir tarihten başlatılarak kronolojik bir şekilde anlatmak -günce- anlamını taşısa da, bu giriş cümlesiyle tepetaklak oluruz. Bildik tüm cinayet romanlarının aksine gizemli başlayan ve sır perdesi yavaş yavaş aralanarak ortalarda bir yerde kurbanı ve sonlara doğru da -çoğu zaman şaşırarak- kim olduğunu öğrendiğimiz katilin hikâyesinin işlendiği bir roman değildir söz konusu olan. “Önceden ilan edilmiş bir ölümün güncesi” dir. Ve her ne kadar ironik bir şekilde aksi mesajı verir gibi görünse de ilan edilen ne olursa olsun önlenebileceği gerçeğini ima eder. Kitabı bitirdiğimizde ise soru işaretleri ile kalakalırız. Santiago Nasar’ın hunharca işlenen cinayeti ve en baştan beri bildiğimiz ölümü dışındaki hiç bir şeyden tam olarak emin olamadan…

Gabriel Garcia Marquez büyü ile gerçeği, kurgu ile de geçek hayatı iç içe geçirmeyi yine çok iyi başarır.   Yukarıda alıntıladığım o ilk cümlenin hemen devamında, birkaç saat sonra bedenine yedisi ölümcül olmak üzere yirmiden fazla bıçak darbesi alarak, kendi evinin mutfağında elinde bağırsakları, yere yığılıp son nefesini verecek olan Santiago’nun rüyasını aktarır bize. Kendini bildi bileli ağaçlı rüyalar gören kahramanımız bu defa koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştür kendini, incecik bir yağmur, bir anlık mutluluk hali ve uyandığında üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusu… Yine de ne kendi ne de rüyasını  anlattığı annesi kötüye yormamışlardır hiç birini. Hatta annesi “kuşlarla ilgili tüm rüyalar hayırlıdır” demiştir ona. Yirmi yedi yıl sonra o günü anlatırken ve geri kalan tüm yaşamı boyunca pişmanlık duyacağı tek şeydir bu. Santiago’nun düşünde yağmurlu olan hava, olayı hafızalarında geri çağırarak Marquez’e aktarmaya çalışan bazı kasaba sakinlerince de aynen rüyada olduğu gibi dile gelir; puslu ve yağmurlu… Oysa bazıları bunun tam tersini hatırlamaktadır; açık ve güneşli! 

Santiago’nun ölümü kader ise, kehanet olarak kabul edilebilecek tüm detaylar, rüya ve hava durumu olarak yerli yerine oturan motiflerdir. O derece incelikle yerleştirilmişlerdir ki bana göre Santiago’nun; düğünden sonra, öldürülmeden önce, çok kısa bir süre için eve uğramasına rağmen düğünde giydiği beyaz gömleğini değiştirmemesi ve romanda bunun annesi tarafından kendisine şaşkınlıkla ve günün Pazartesi olduğunu hatırlatarak sorulması bile bu haberci motifler arasında gösterilebilir: 

Büyü ile gerçeğin içi içe geçişi Yüzyıllık Yalnızlık ile kıyaslanamayacak kadar az ise de romanın devam eden bölümlerinde de açıkça görülür; Vicario kardeşlerin olaydan sonra yüz gün uyumamaları, Nasar’ların evinde çalışan hizmetli kız Divina Flor’un, Santiago’nun eve girdiğini ve gölge gibi yukarı odasına çıktığını görmüş olması, öncesinde limandan arkadaşı Cristo Bedoya ile kol kola ayrılırken Santiago’nun etrafında sanki görünmez bir çemberin oluşması ve hiç kimsenin bu çemberi delip onu bekleyen sondan haberdar etmeye çalışmaması gibi unsurlar örnek verilebilir.

Santiago Nasar’ın, Divina Flor’a davranış biçimine baktığımızda, onu her yalnız bulduğunda köşeye sıkıştırıp, ellemeye yeltenen bir adam görürüz. Peki bu onu suçlu ilan etmemiz için yeterli midir? Santiago ile Angela hiç bir arada görülmemiştir. Hele baş başa asla. Hatta Angela’nın annesi öylesine katı ve kuralcıdır ki Angela, annesi yanında olmadan sokağa dahi çıkamaz. Diğer yandan Santiago, “ona dönüp bakmayacak kadar kendini beğenmiş biriydi”. O halde bu birleşme nerede, ve nasıl meydana gelmiş olabilir? Üstelik, Angela ile Bayardo’nun evleneceği bir süreden beri bilinmekte, hazırlıklar yapılmaktadır. Böyle bir suçu işlemiş biri Santiago kadar rahat hareket edebilir miydi? Hele ki kendisinin de içinde doğduğu geleneklerin bu denli sıkı korunduğu, herkesin herkesten haberdar olduğu küçücük bir kasabada! Romanın son bölümünde nişanlısının babası Nahir Miguel “Daha ilk andan ona söylediklerim hakkında en küçük bir fikri olmadığını anlamıştım.”, diyecektir Marquez’e olaydan yıllar sonra konuştuklarında.

Angela Vicario, birkaç saatlik eşi tarafından bakire olmadığı anlaşılıp evine geri götürülünce, annesi tarafından feci şekilde dövülür, ikiz erkek kardeşleri tarafından sorgulanır ve bize bir isim ver denildiğinde Nasar’ı işaret eder. Namus adına o dakikadan itibaren iki erkek kardeş tarafından planlanmaya başlayan cinayet, bileylenen kasap bıçakları ve diğer tüm olaylar Angela’nın ağzından çıkacak isme, ya da kim bilir olası suskunluğuna bağlı iken işaret edeceği ismin bir önemi var mıdır? Evlilik dışı ilişkiye giren ve kocasını kız arkadaşlarının önerileri doğrultusunda çeşitli oyunlarla bakire olduğuna ikna etmek yerine, yaşadığı dönem, tâbi bulunduğu geleneksel bir o kadar çapraşık sistemin yaptırımlarının da gayet bilincinde yetiştirilmesine rağmen, yirmi yaşında bir kızın kocasına doğruyu söylemekteki cesareti onu ana kahraman yapmaya yeterliyken, yazarımızın bilinçli seçimi ile belki de; protagonist kimliğini Santiago Nasar’a bırakır. Bizler, Nasar’ın haberi çoktan tüm kasabaya yayılmış yaklaşan ölümüne üzülürken, olayın iç yüzüne yaklaştığımızı sandığımız her satırda, tekrar başladığımız yere döndüğümüzü fark eder fakat Santiago’nun hikâyedeki tek ölü olmadığının ayırdına varamayız: 

“Bu yüzden de, kendisine öğretilmiş, hayatını cehenneme çevirmiş olan bütün o korkuları bir yana bırakarak, ışıkları yanan yatak odasında onun kendisini soymasına hiç karşı koymadan göz yummuştur. “ Çok kolay oldu, “ dedi bana. “ çünkü ölmeye kararlıydım.” (s. 90-91)

 Öldü de! Yirmi yıl sonra Marquez’in kendisini ziyaret ettiğinde gerçekleşen pencere önü sohbetlerinde olayın cereyan ettiği yirmili yaşlarından çok daha farklı, büyümüş ve olgunlaşmış bir Angela vardır artık. O kadar değişmiştir ki yazar bile onu tanımakta güçlük çeker. “Pencerenin o şiirsel çerçevesi içinde” aslında yaş alma ile açıklanabilecek fiziksel bir değişim gibi algılansa da başta, ruhtaki fırtınalı ve acılı değişimin yüze yansımasından başka bir şey değildir. Angela ‘ölmüş’ ancak kendini yepyeni bir kadın olarak diriltmeyi, korkusuz, özgür ve utanmadan yaşatmayı başarmıştır.

Kabullenmek ile alışmak arasında fark vardır derler. Ve sanki birinden birini seçmek zorunda bırakılır insan, varılan noktayı kaderimizmiş gibi gösterirler sonra. İnsan faktörünü ve seçimlerimizi es geçerler. Angela, başına geleni kimseye yüklemeye çalışmadan en başından beri arkasında durmuş, bedelini ödemiş, kabullenmiş, alışmayı ise reddetmiştir. “İlk kez kendi yazgısına hükmeden Angela Vicario, işte o zaman nefretle aşkın karşılıklı tutkular olduğunu keşfetmişti.” Yaşananlara kader değip boyun eğmemiş hiçbir umut kırıntısı taşımadan, tek cevap dahi almadığı halde, Bayardo’ya iki bin, evet tamı tamına iki bin adet mektup göndermiştir. “Kafasının içi berraklaşmış, başına buyruk olmuş, kendi iradesinin efendisi olup çıkmıştı. Yalnızca o adam için yeniden bakireydi artık.” 

On altı yıl boyunca hiç ara vermeden yazmayı sürdürür ve bir ağustos günü öğle vakti O; içeri girer, kimseye aldırış etmeden bir adım yaklaşır, “Tamam, geldim işte.” der. Onun ağzından dökülen tek cümle, o minicik cümle Angela’nın hayata karşı dik duruşunun, vazgeçmeyişinin, sabrının, başına gelen felaketi utanmadan sahiplenişinin, haklı ödülü olmuştur bana göre. 

1951’de yaşanan gerçek olaydan sonra, asla bir araya gelmeyen Margarita ile Miguel Palencia, romanda Angela ve Bayardo San Roman olarak tekrardan bir araya getirmeyi uygun görmüştür Marquez. 
Santiago Nasar’ın ipi ise Angela’nın onun adını vermesiyle kendi iradesinde değil, ikiz cellatların ve kolektif sorumsuzluğu sırtlarına geçirmiş kasaba halkının elinde kalacaktır.

Namus ve utanç! Erkekte güç, kadında ise sadece ‘bakirelikle’ ölçülen saflığın beklendiği, geleneksel bir toplum düzeni içinde kaybolan gerçek hayatlar; on yedinci yüzyıldaki “altın çağ”dan Lorca’nın yirminci yüzyıl dramlarına kadar sayısız İspanyolca eserde işlenmektedir. Bu konu seçimi ve Marquez’in bunu kelimelere dökmek için beklediği yirmi sekiz yıl, muhtemel şu sonucun çıkarımıdır: “Erkekler, kadınlara yaptıklarından dolayı, birbirlerine uyguladıkları şiddeti hak ediyorlar.”

Romanda yer alan kasaba halkının istisnasız suskunluğu, namusu sözde koruma altına alan çapraşık geleneksel genetik kodun ürünü olmakla birlikte, onları kılıfı hazır bir umursamazlığa ve boş vermişliğe iter. Adeta cinayetin gerçekleşmesini bekleyen ağ örücüler, Nasar’ın, kendini savunamadan balık gibi o ağa takılıp defalarca bıçaklanarak ölümünü seyrederler. Ve sabahın erken saatlerinden itibaren bildikleri olayı, çeşitli bahanelerle ve ‘ihtimal vermemiştik’ gibi inandırıcılığı tartışılır gerekçelerle, işlenmesine karşı durmadıkları gibi, akan kana üşüşen sinekler misali belli bir mesafeden seyretmeyi seçerken, cinayetten on iki gün sonra sorgu yargıcının karşısında son derece üzgün bulduğu kasaba halkı, bu üzüntü ve pişmanlığı yaşamamak için kılını bile kıpırdatmamıştır. Bu cinayeti durdurmaya güçlerinin yettiğini bildikleri halde, belki de tıpkı ikiz Pablo ve Pedro kardeşler gibi, ilk adımı başkasının atması arzusuyla, aslında göz göre göre geliyorum diyen ölüme ve daralan ağına peş peşe taş atmaktan öteye gidemeyeceklerdir. 

Santiago Nasar suçlu mu? Belki! Suçsuz mu? Belki! Ölü mü? Kesinlikle evet. Ve “ölüler ateş edemez.” (s.107)

Her sorunun cevabı yoktur. Ama her cevabın mutlak bir sorusu vardır. Ve her soru, cevabını içinde gizler. Yanıtlanmamış sorular, nedeni sorgulanmamış cevaplardan daha az tehlikelidir. Sorgu yargıcının, hazırladığı raporun 416. sayfasının kenarına eczacıdan aldığı kırmızı mürekkeple, kendi el yazısıyla düştüğü notta dediği gibi: 

“Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.”



Not: Giriş bölümünde kullandığım şiir Marquez’in 1944 yılında Kolombiya’nın önemli gazetesi El Tiempo edebiyat ekinde Javier Garces mahlasıyla yazdığı şiirlerden biridir. Bu şiirin yayınlanması -her ne kadar kendisi utanç kaynağı olarak görse de- ortaöğrenimini tamamlamasına daha iki yıl olan 17 yaşlarında bir genç için başarıdır kuşkusuz. Marquez lise döneminde yazdığı şiirleri sonradan şöyle değerlendirecektir: “Bunlar içinde ilham ve hayat olmayan, kalbimden gelmediği için herhangi bir şiir değeri vermediğim basit teknik denemelerdi.” Şiirlerinin çoğunluğunda Neruda’yı taklit etmeye çalışacak, Yüzyıllık Yalnızlık’ı okuduktan sonra kendisine ‘Latin Amerika’nın Cervantes’i’ diyecek olan ilk kişi de yine Neruda olacaktır. 
Kaynakça: 
Kırmızı Pazartesi, İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü, Gabriel Garcia Marquez, Can Yayınları, Ağustos 2008
Gabriel Garcia Marquez, Gerald Martin, Çeviren Zeynep Alpar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nisan 2012
*Cronica de una muerte anunciada :  “Önceden İlan Edilmiş Bir Ölümün Güncesi”.  Romanın orijinal adıdır ve Gerald Martin’in, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan Marquez biyografi kitabındaki Zeynep Alpar çevirisi kullanılmıştır. 


O.../

(Bu yazı Roman Kahramanları Dergisi Temmuz-Eylül 27. sayısında yayınlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz)








Yorumlar

Popüler Yayınlar