A CHRISTMAS CAROL!
"Never say goodbye,
because saying goodbye
means going away
and going away means
forgetting."
Peter Pan
Peter Pan ile tanışmam 11'li yaşlarıma tekabül eder. Geç, belki de! Alice'den bir, Kibritçi kızdan tam 3 yıl sonra... Bilinçli bir tanışmadan bahsediyoruz tabii!
"Savaş, yokluk ve ne şekilde gelirse gelsin ölüm insanı büyütür" derdi anneannem. "Ve üçü de, insanın gözünün içindedir". Sonra alakasız bir şekilde; "ben bu yaşa geldiysem elma yüzündendir" :) diye de eklerdi eski evin oturma odası olarak kullandığımız arka odasındaki gaz sobasının hemen karşısındaki uzun camın önündeki berjerde otururken. Anneannemin, saati hiç değişmeyen meşhur sabah kahvesi ya da beş çayı vakitlerinden, bilmem hangi birinde. Bana değil V yenge ve üst komşumuz A teyzeye anlatırdı galiba ama, onlardan çok ben dinlerdim söylediklerini. Aslında ben sobanın hemen yanındaki yemek masasında sözde ders çalışıyor olurdum çoğu zaman.
Aklında yer eden hatta ruhuna, hayatını değiştirecek kadar derin çizikler bırakan çoğu şeyin, yaşandıkları anda çok da önemsenmediklerini belli bir yaşa gelip geride kalan anılarını dönüp hatırladığında, anlıyor insan.. Ve bu genelde durup dururken değil de yıkıcı bir olay başına geldiğinde, ya da bazı durumların süreklilik kazandığını idrak ettiğinde, oturup üzerine az biraz nedenini sorgulayayım derken, beyninin kafa patlatma noktasına evrildiğini fark ettiğinde kavrayabiliyor ancak. Bunun yaşla değil yaşadıklarımızın bıraktığı izle ilgisi oluyor çoğu zaman.
Elimde eski bir fotoğraf. Zamanın komünist ülkelerinden birinde ve o ülkenin başkentinin merkez garının hemen karşısındaki o ihtişamlı apartman dairesinin 3. katındaki salonda çekilmiş. Fotoğrafta tam sekiz kişi var. Bu hikayenin anlatıcısı dışında hiç biri hayatta değil artık maalesef. O siyah beyaz fotoğraf karesinde anlatıcı sadece 2.5 yaşında.
O fotoğraftaki ilk kaybın verildiği günden, son gerçekleşen ölüme kadar geçen 29 yılda, o sekiz kişinin hiç ama hiç birine "güle güle, hoşçakal!" deme fırsatı bulamadım. En beklenmedik ani gerçekleşen ilk iki ölümden tutun da, tek bir gün ile geç kaldığım son kayıba varana kadar. Hiç birine!
Durum böyle olunca, ve bu durum yıllar içinde süreklilik kazanınca, "özlem" sözcüğünün derin anlamını kavrıyor insan. Durum böyle olunca ne yaparlarsa yapsınlar, ne olursa olsun, dargın kalamıyor, kızamıyor sevdiklerine. Durum böyle olunca hislerini anında ifade edebilmenin önemini kavrıyor. İnsan sevdiğini özlermiş sadece, çünkü özlemek; "öz ile benimsemek, kendi özünle bir görmek, sen yapmak, kendin bellemek" demekmiş...
"Anıların toplamıdır özlemek" demiştim bir yerlerde bir vakit. Tam da öyle değil aslında. Çok küçük yaşınızda çalmaya başlarsa ölüm kapınızı, birikmiş anılarınız da haliyle sınırlı kalıyor kişi ile. Hatıraların fazlalığı, çokluğu, zamana yayılması, uzun ya da kısa sürmesi paylaşılanların, önemini yitiriyor. Tam da bu yüzden, karşılıksız olmalıdır tüm sevgiler. Tam da bu yüzden, beklentisiz. Bir veya birçok anı hiç bir şeyi değiştirmiyor özünde...
"Alice: How long is forever?
White Rabbit: Sometimes, just one second."
Alice in Wonderland
Küçükken anlam veremediğiniz her masal, rüyalarınıza inandığınız an parlayıp görünür kılıyor kendini pencereden seyrettiğiniz evrende.
because saying goodbye
means going away
and going away means
forgetting."
Peter Pan
Peter Pan ile tanışmam 11'li yaşlarıma tekabül eder. Geç, belki de! Alice'den bir, Kibritçi kızdan tam 3 yıl sonra... Bilinçli bir tanışmadan bahsediyoruz tabii!
Bu yazıyı okuyorsanız, ölmediniz demektir. Ama bu hayatınızda kimseyi kaybetmediğiniz, yitirmediğiniz, uğurlamadığınız, çıkarmadığınız, yahut kendi isteğinizle birinin hayatından çıkmadığınız ve geride bıraktığınızı öldürmediğiniz anlamına gelmez.
"Savaş, yokluk ve ne şekilde gelirse gelsin ölüm insanı büyütür" derdi anneannem. "Ve üçü de, insanın gözünün içindedir". Sonra alakasız bir şekilde; "ben bu yaşa geldiysem elma yüzündendir" :) diye de eklerdi eski evin oturma odası olarak kullandığımız arka odasındaki gaz sobasının hemen karşısındaki uzun camın önündeki berjerde otururken. Anneannemin, saati hiç değişmeyen meşhur sabah kahvesi ya da beş çayı vakitlerinden, bilmem hangi birinde. Bana değil V yenge ve üst komşumuz A teyzeye anlatırdı galiba ama, onlardan çok ben dinlerdim söylediklerini. Aslında ben sobanın hemen yanındaki yemek masasında sözde ders çalışıyor olurdum çoğu zaman.
Aklında yer eden hatta ruhuna, hayatını değiştirecek kadar derin çizikler bırakan çoğu şeyin, yaşandıkları anda çok da önemsenmediklerini belli bir yaşa gelip geride kalan anılarını dönüp hatırladığında, anlıyor insan.. Ve bu genelde durup dururken değil de yıkıcı bir olay başına geldiğinde, ya da bazı durumların süreklilik kazandığını idrak ettiğinde, oturup üzerine az biraz nedenini sorgulayayım derken, beyninin kafa patlatma noktasına evrildiğini fark ettiğinde kavrayabiliyor ancak. Bunun yaşla değil yaşadıklarımızın bıraktığı izle ilgisi oluyor çoğu zaman.
Elimde eski bir fotoğraf. Zamanın komünist ülkelerinden birinde ve o ülkenin başkentinin merkez garının hemen karşısındaki o ihtişamlı apartman dairesinin 3. katındaki salonda çekilmiş. Fotoğrafta tam sekiz kişi var. Bu hikayenin anlatıcısı dışında hiç biri hayatta değil artık maalesef. O siyah beyaz fotoğraf karesinde anlatıcı sadece 2.5 yaşında.
O fotoğraftaki ilk kaybın verildiği günden, son gerçekleşen ölüme kadar geçen 29 yılda, o sekiz kişinin hiç ama hiç birine "güle güle, hoşçakal!" deme fırsatı bulamadım. En beklenmedik ani gerçekleşen ilk iki ölümden tutun da, tek bir gün ile geç kaldığım son kayıba varana kadar. Hiç birine!
Durum böyle olunca, ve bu durum yıllar içinde süreklilik kazanınca, "özlem" sözcüğünün derin anlamını kavrıyor insan. Durum böyle olunca ne yaparlarsa yapsınlar, ne olursa olsun, dargın kalamıyor, kızamıyor sevdiklerine. Durum böyle olunca hislerini anında ifade edebilmenin önemini kavrıyor. İnsan sevdiğini özlermiş sadece, çünkü özlemek; "öz ile benimsemek, kendi özünle bir görmek, sen yapmak, kendin bellemek" demekmiş...
"Anıların toplamıdır özlemek" demiştim bir yerlerde bir vakit. Tam da öyle değil aslında. Çok küçük yaşınızda çalmaya başlarsa ölüm kapınızı, birikmiş anılarınız da haliyle sınırlı kalıyor kişi ile. Hatıraların fazlalığı, çokluğu, zamana yayılması, uzun ya da kısa sürmesi paylaşılanların, önemini yitiriyor. Tam da bu yüzden, karşılıksız olmalıdır tüm sevgiler. Tam da bu yüzden, beklentisiz. Bir veya birçok anı hiç bir şeyi değiştirmiyor özünde...
"Alice: How long is forever?
White Rabbit: Sometimes, just one second."
Alice in Wonderland
Peki bir çocuğun tanıştırıldığı ilk masallardan biri neden Kibritçi Kız olur sizce? Sebebi var mıdır? Bu masal çoğu insanı hüzünlendirir, ağlatır, "karamsar izler taşır" der çoğu insan. Prenseslerin, beyaz atlı prenslerin, zor gibi sunulan hayatların sonunda mutlulukla sonuçlanan masallar tercih edilir hep nedense. Sanki yaşam çizgimiz, hep böyle masalların özetiymiş gibi. Ders çıkartılması gereken bölümler bile hep yumuşatılarak anlatılır.
Kibritçi kız benim hayatımda okuduğum dinlediğim en umut dolu, sevgi dolu, masal aslında. Birkaç kibrit çöpünün ucunda, iki saniyeliğine de olsa, kocaman umutlarını sevgi ile aydınlatan, kibritin titrek ışığında, onları kıpırtısız tutmaya çabalayan minicik bir yürek. Diğer tüm masallardaki prenseslerden daha büyük, daha gerçek gülümsemesi. Özlem duyduğu şeyler o kadar basit ki! Basit güzeldir biliyor musunuz? Asıl sihir, mucize, ışık, fark, tam da orada gizlidir aslında.
Sihrimizin peşinden gitmekten vazgeçmeyelim. Özlemenin anlamını kavradığımızda da gitsek dahi, gitseler dahi, mutlu ve huzurlu olmalarını dilleyelim gidenlerin. Ve bu anlamda "hoşçakal" demeyelim ki, unutmayalım.
Yaşımız hep biraz çocuk kalsın gerekirse!
Küçükken anlam veremediğiniz her masal, rüyalarınıza inandığınız an parlayıp görünür kılıyor kendini pencereden seyrettiğiniz evrende.
Ay ve gökyüzüne asılı yıldızlar var ya! benim kibrit çöplerim...
Masalını asla kaybetme...
O.../
Yorumlar
Yorum Gönder