ÇOĞUNLUK; BİR TOZ ZAMAN SAYIKLAMASI!


Yüzeysel düşünmeyi
olay, durum ve kişilere aynı yüzeysellikle davranmayı
içimi dışıma çevirip yansıtmamayı
unutmayı –
öğrendiğim gün
çoğunluk olacağım!


"Konuşsam dinler miydiniz?" Anlamak istediğiniz şeyi değil, bire bir anlattığımı dinleyip anlamayı ister miydiniz?


Dudak bükmenizden, gözlerinizi kaçırmanızdan, "bu boş bir beklenti olur!" diyorsunuz. Anlıyorum! Umut ile beklentiyi birbirine karıştırıyorsunuz her zamanki gibi. Beklenti boşunadır evet ama umut aynı şey değil.


Bir diğer ihtimal, siz her şeyi zaten anlıyorsunuzdur!


Nefesim tamamen tükenmesin diye mola hakkımı kullanıyorum arada. O aralardan biri işte bu da!


Sessizlik...! Mavi kuşun, kıpırtısız mavi suya değen kanadındaki sus hali. Öyle aynı, öyle derin bir mavi ki kuş ile denizin rengi, kanatları suya değdiğinde kuş artık yok sanki. Ya da deniz kocaman bir mavi kuş şimdi. Su kuşa, kuş suya karışmış gibi. Bir, tek ve bütün!


Susamak ile susmak... Bakın tek bir harf, değiştirdi her şeyi. Sus haline susamak! Susmak, susamak, su, kuş! Ortak yönleri belki de o uçsuz bucaksız derin mavi... Olsun mu?


Aynı dudak bükme! Saçmalıyorum belki! Peki kime göre, neye göre?


Sustum!


Sustuysam, bu içimden konuşmadığım anlamına gelmiyor. Düşlerin de bazen dinlenmeye ihtiyacı vardır biliyor musunuz? Avucunuzun içinde saklarsınız öylece. Kelimelere sararsınız düşleri. Gevşerse parmaklarınız, yazıya dönüşecek harfleri bilirsiniz. Ve sustukça, avucunuzu sıktıkça o küçük molaları verdikçe, var olanın üstüne yeni kelimeler eklersiniz.


Bir saat sonrası belli olmayan ülkede, hatta noktaların toplamından ibaret kendi hayat çizginizin -yok siz yol, patika falan diyorsunuz buna- bir saniye sonrasını bilmeden yaşarken, değişen bir şey yok aslında. Hiç olmayacak. Nasılsa öyle! Üç nokta bir çizgi...

Toz...
Zaman!

Nedir zaman? Gerçekten var mı? Çok mu klişe sorularım size göre?


Aynadaki aksimizde görür müyüz sırf yaşlanmak ile alakalı olmayan zamanı? Elimizi uzatsak tutar mıyız? Peki tuttuk diyelim, durdurmuş olur muyuz? Durdurduk diyelim, alıp başka bir yöne fırlatsak rastgele veya bizzat akmasını istediğimiz yöne atıversek elimizle, o noktadan devam eder mi akmaya? Yoksa geçmişinden başka anıları da beraberinde mi sürükler hep? Böyle midir peki? Geri alamayız bilgisi kesin mi? Tamamen olmasa da bir süreliğine donduramaz mıyız hakikaten? Geriye çevirdiğimiz noktadan, bir kuş yüreğinin mavi kanadının değmesi ile yeni bir denize akıtmayı mümkün kılamaz mıyız?


Kendimize göre, kendimiz için olan, nispeten kontrol edebileceğimiz, üç aşağı beş yukarı uzamını, gelişimini tahmin edebileceğimiz, öngörebileceğimiz zamanı istiyor ve her şeyi, en önemlisi de kendimizi ona teğelliyoruz. Tasarlanmış, sınırları çizilmiş bir gerçekliğin içinde kayboluyoruz. Kendi doğamızı, iç sesimize kulak vermeyi ve evrendeki olasılıkların sınırsız olduğunu unutuyoruz. Sevgiyi, umudu, inancı ıskalıyoruz...


"Ne alaka şimdi", diyeceğinizi bilerek bir şey daha ekleyeyim. Ne de olsa zaten saçmalıyorum. Bir eksik bir fazla ne fark eder ki! Unutup gideceksiniz okuduktan sonra. Belki akşam birilerine anlatıp "ya dünya saçması bir yazı okudum bugün tesadüfen" diyeceksiniz. Zorlama bir yazı gelecek belki çoğunuza. Saçma ve zorlama! "Yazmak için yazmak" diye düşüneceksiniz belki de... Bakın bu doğru işte bir anlamda. Yazmak istediğim çok şey var. İyi bir anlatıcı olduğumu düşünme gafletinde bulunsam da arada, iyi bir "kelime bükücü ve kağıtlara dökücü" olmadığım kesin... "Toparlayabilsem süper şeyler çıkacak falan" da demem asla. Çıkmayacak! Hep böyle yarım, bölük pörçük, iç içe geçmiş karalamalar bütünü olarak kalacak.


Neyse, eklemek istediğim yere dönecek olursak:


Sorguluyor musunuz? Kendinizi yani? Başkalarını yerdiğiniz, yargıladığınız oranda, ya da hadi çeyreği kadar diyelim sorguluyor musunuz? Peki ya sorgularken yüzleşiyor musunuz?


Misal ben her insanın anılarını biriktirdiği iki kutusu olduğunu düşünürüm. Afedersiniz düzeltiyorum. Benim iki kutum var gibi düşünürüm. İki görünmez kutu. Biri artılar, diğeri eksiler için iki ayrı kutu. Odamın bir yerinde, kuvvetle muhtemel gardolabımda, ya da komodinimde saklı iki kutu. Her akşam yorgun olduğum, kızımı uyuttuğum, yarın bakarız dediğim akşamlar olmuyor değil tabii, mütemadiyen diyelim o zaman- o kutuları açarım. Bir nevi günümü masaya yatırır sorgularım. Aslında kendimi kendi dışıma alıp, koyarım önümdeki masaya. Hemen önümde iki kutu... yan yana! Günü böler, anları, olayları, kişileri, mekanları gözden geçirir sorgular, -en önemli kısma geldik şimdi- ruhum ve aklımda tartar,  ait olduğu kutusuna yerleştiriveririm her gece.


Yani mütemadiyen, gece! Ve şunu sorarım kendime sonra, "tüm cepleri boşalttım mı?" Ayırmadan, iyisi ile kötüsü ile, yargılamadan, daha doğrusu hiç bir an'a haksızlık etmeden, yargısız infaz yapmadan, korkmadan, geri durmadan, ötelemeden, yarına bırakmadan, kendimi hep haklı görmeden, "ben" demeden! Bir nevi içimi dışıma çevirip, tam anlamı ile ters düz edip benliğimi, olduğum gibi dökebildim mi masaya kendimi? Cevap her zaman evet değil tabii! Ve bunu da sorgulamak gerek işte o zaman. Asla vazgeçmemek. Baştan başlamak belki... Lakin şairin de dediği gibi: Masa da masa olmalı hani! İki sallansa da, bu kadar yüke bana mısın dememeli.


Sonra kapatırım kutuları. Belli zamanlarda o kutuları açıp önceden yerleştirdiğim an'lara, eski fotoğraflara bakar gibi baktığım da doğrudur. Nasıldı kitaptaki cümle: "Unutmak istediklerimiz aslında hatırladıklarımızdır."* Toptan unutmayı başaramayacağımıza göre, hatırladıklarımızla mutlak yüzleşmeyi, mümkünse sevmeyi nihayetinde kesinlikle barışmayı bilmek gerek çünkü.


Benim kutular ahşaptan. Masa da öyle. Öldüğümde, artı ve eksimi ayıracak bir ben olmayacağından, artık gereği de kalmayacağından, bu defa tek ama daha büyük ve ağır bir ahşap kutuya bırakacaklar yerlerini...


Önce çoğunluk olacağım işte o vakit, sonra bir toz zaman... Anı!





"Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu"


O.../



Şiir: Edip Cansever
* bir Murat Gülsoy romanından alıntı.







Yorumlar

Popüler Yayınlar