Bay Calvino…
“Et j’ai quelquefois vu ce que l’homme a cru voir”
Rimbaud
Ruhumuzla bakmaya başladığımız, dokunulmaz olana dokunduğumuz, sessizliğin içindeki sesi duyduğumuz, görünmezi görür olduğumuz, dünyanın içindeki başka bir dünyayı ve onun içindeki aydınlık ile karanlığı algımızın dışına taşıdığımız anda; dokunulabilir, görülebilir, hissedilebilir kıldığımız her şeyin, ruhun tanıklığının; bana göre şiir olmayan şiir diliyle yazılmış romanıdır.
Bir roman karakterinin rastgele seçilmiş adı değildi Bay Mohole. Yerkabuğunun delinmesi ile ilgili bir projenin adıydı. Dünyanın merkezine doğru hiç ulaşılmamış derinliklere kadar inebilmek olacaktı hedefi. İnsan dediğimiz varlığın evrenin dışında çokbiçemli yüzüne karşılık; aşağıya, karanlığına inen, dar dehlizlerde gezinen bir karakter. Yüzeyde görünenin değil altında nelerin yattığını keşfe uğraşan ve yalnızca sevimsiz gerçeklerden söz eden bir kahraman.
Romanın yazarı; ziraat mühendisi ile botanikçi iki bilim insanının çocuğu olarak dünyaya gelmiş, doğayı ilk elden ve çocukluğundan itibaren gözlemlemeye başlamış, zincirin kopmaz halkasını sürekli kılabilmek adına ailesi gibi ziraat mühendisliği eğitimi almaya karar vermişse de edebiyatın derinliklerine dalmayı bir o kadar çok sevmiş ve doğayı en ince ayrıntısına kadar gözlemleyerek, uzun betimlemelere dayanan yazını ile 20.yy’ın en önemli yazarlarından olup, yazarlığının çok ötesine geçmiş bir derin düşünürdür.
Aşağıya, karanlığa, kendi insan doğasının derinliklerine inmesi hedeflenen Bay Mohole için yansıtma görevi görecek bir aynaya ihtiyaç vardı. İç dünyasını dışa yansıtabilecek bir ayna, yahut kendisine ayna tutabilecek başka bir kahraman. Öyle ya; kendisi karanlık yüzü yansıtacaksa, aydınlık yüzü yansıtacak bir başka karakter. Bu karakter gökkubbenin altında fakat yerkabuğunun üzerinde, tüm aydınlığı ile günlük yaşamın en ince ayrıntılarını görüyor olacaktı ve kendisi gibi sevimsiz gerçeklerden değil güzel ve incelikli her şeyi gözlemleyecek, onlardan bahsedecekti. O zaman bu kahramanın adı da belli bir yükseklikten tüm bu gözlemleri yapabilecek bir dağın zirvesindeki bir gözlemevinin, sonradan bir teleskopun da adı olan Bay Palomar olacaktı. Biri evrenin dışına; göğe yürürken, diğeri karanlığı delerek en içe ulaşmayı hedefleyen bu iki karakter bu romanda diyaloglar yardımı ile buluşacaktı.
Yazarımız ilk olarak Bay Polamar’ın gözlemlerini yazmaya başlar böylece. Bunlara gözlem demek aslında yaptığı şeyi basitleştirmek olur bir anlamda. Simetrilere ve aritmetiğe oldu olası tüm yazılarında önem veren yazar yine onların yardımı ile kendi hayal gücünün tüm sınırlarını zorlayarak gözlemlediği özne yahut nesnenin tüm boyutlarına iner. Her anlamda inceler, her bakış açısına her ölçekte virgül koyarak, üzerinde tekrar tekrar düşünerek yavaş adımlarla ilerler.
Yazarın; Kum Koleksiyonu isimli deneme kitabının ilk satırları; “Kum koleksiyonu yapan bir kişi var. Dünyayı dolaşıyor ve bir kumsala, bir ırmak ya da bir gölün kıyısına, bir çöle, bir fundalığa ulaştığında, bir avuç kum alıp yanında götürüyor. Geri dönüşünde uzun raflara dizili yüzlerce küçük cam şişe onu bekliyor…” (s. 11) diye başlar.
İnsan her şeyin koleksiyonunu yapabilir. Aklınıza gelebilecek her şeyi toplayabilir, kategorilere ayırabilir ve muhafaza edebilir. Her koleksiyon; genişledikçe, zamana yayıldıkça ve bir anlamda eskidikçe değer kazanır. Hafızamız da önce seçimlerimizin sonra anılarımızın toplamı olan hayatımızın bir anlamda koleksiyonumuzun muhafaza edildiği cam şişelerimizdir. Beynimizin dolambaçlı raflarına dizeriz onları. Zaman geçtikçe ve eskidikçe topladıklarımız; koleksiyonumuz büyür, değer kazanır.
Kum Koleksiyonu kitabında koleksiyoncunun yaptığı, bir anlamda ‘yolculuk güncesi’ ise aynı yazarın Bay Palomar’da yapmış olduğu da bir nevi ‘hayat güncesi’ dir. O; gündelik hayatında geçtiği her yerden bir avuç kum yerine, bir avuç gözlem toplar, notlar tutar, değerlendirir, sorgular ve hayat güncesinde anlamını aramaya koyulur. “Bir koleksiyonun büyüsünü, onu oluşturmaya götüren gizli itkiden nelerin açığa vurulup nelerin gizlendiği belirler” (s. 13). Öyle ki Bay Palomar açığa vurduklarını notlar halinde yanından ayırmadığı defterine düşer, açığa vurmayı seçmediklerini ise kitabın sonuna kadar aklının raflarında gizli tutar.
Kitap üç ana bölüme ayrılmaktadır:
Bu üç ana bölüm, her biri kendi içerisinde üç alt bölüme ve her alt bölüm de üç ayrı kısımda anlatılmaktadır. Kısacası yazar numaralama sistemi kullanarak romana üç ana tema belirlemiş bu temalar üzerine deneyimlerini ve gözlemlerini aktarmış ve nihayetinde evreni ve doğayı kullanarak çözümleme yolunu seçmiştir. Fakat bunu yaparken asla yapay bir yol izlememiş, tamamen doğal ilerleyen süreci romana çevirmeyi başarmıştır. Bu yapı, romanın bir resim gibi işlenmesine yardımcı olurken, numaralandırma sistemi de, alçaktan yükseye tırmanan notalar olarak tanımlanabilir çünkü gözüne ilişen her şey Bay Palomar’ı ,kendisine daha dikkatli bakması için davet eder. Palomar durur, gözlemlemeye başlar, sonra toplum ve çevre algısıyla bir kez daha gözlemler, bu esnada notlar tutar, resim en ince detayları ile işlenmeye, nota yükselmeye devam eder ve nihayetinde zirve noktasına doğru evrenin anahtarı ile çözüme ulaşma yolunu seçer.
The Great Wave off Kanazawa, Katsushika Hokusai |
Bay Palomar’ın tüm kitap boyunca farklı özne, nesne ve mekanlar üzerinde süregelecek olan gözlemlerinde izleyeceği yolu, romanın girişinde; Palomar Kumsalda bölümünden kolaylıkla anlayabileceğimiz gibi, dalgaları daha yakından tanımak, anlamlandırmak üzere indiği kumsalda kahramanımızın kişiliği hakında da oldukça doyurucu ipuçları elde ederiz;
“Çılgın ve boğucu bir dünyada yaşayan sinirli bir insan olan Bay Palomar, dış dünya ile ilişkilerini azaltma eğiliminde ve kendini genel sinir zayıflığından korumak için, duyumlarını elinden geldiğince denetim altında tutmaya çalışırken (…) görsel işlemini eksiksiz ve kesin bir sonuca ulaştırma sabırsızlığı olmasa, dalgalara bakmak çok dinlendirici bir çalışma olacak ve kendisini sinir zayıflığından, enfarktüsten ve mide ülserinden kurtabilecekken (…) geldiğinde olduğu gibi, sinirleri gergin ve her şeyden daha kuşkulu, kumsal boyunca uzaklaşıyor.” (s. 16, s.18)
“Çılgın ve boğucu bir dünyada yaşayan sinirli bir insan olan Bay Palomar, dış dünya ile ilişkilerini azaltma eğiliminde ve kendini genel sinir zayıflığından korumak için, duyumlarını elinden geldiğince denetim altında tutmaya çalışırken (…) görsel işlemini eksiksiz ve kesin bir sonuca ulaştırma sabırsızlığı olmasa, dalgalara bakmak çok dinlendirici bir çalışma olacak ve kendisini sinir zayıflığından, enfarktüsten ve mide ülserinden kurtabilecekken (…) geldiğinde olduğu gibi, sinirleri gergin ve her şeyden daha kuşkulu, kumsal boyunca uzaklaşıyor.” (s. 16, s.18)
Yazar Bay Palomar’ın gözlemlerini bölümler halinde aktarmaya devam ederken, bir noktada aslında ilk kurguladığı hatta belki de böyle bir romana başlamasının ana sebebi olan Bay Mohole’ye daha hiç değinmediğini idrak eder. Aralarındaki bağlantıyı kurmayı düşündüğü diyaloglara hiç geçmediğini hep sonraya bıraktığını fark eder. Geriye çekilip çocukluğundan gelen gözlemci kişiliği ile tekrar baktığında aslında Bay Palomar’ın aynı zamanda Bay Mohole olduğunun ayırdına varır.
Çünkü nasıl ki gökyüzü ile yeryüzü Dünya’nın iki ayrı fakat bölünmez bütününü oluşturuyorsa, yer altı kaynakları ile yer üstü kaynakları birbirini besliyor ve birbirinin devamı ise, karanlığı ayırt edebilmek için mutlaka ışığa ihtiyaç varsa, biri olmadan diğerini bilmemiz mümkün değilse, insan doğasının da birbirinden ayrılmaz aydınlık ve karanlık yönü vardır.
Her ikisi de birbirine ayna tutar, her ikisi de birbirini sorgular, her ikisi de kendini bulmaya anlamlandırmaya çalışır; “Güneşin kişiliğime özel bir saygı gösterisi bu,” diye düşünme eğiliminde Bay Palomar ya da daha doğrusu, içinde oturmakta olan, benmerkezci ve büyüklük hastası ben’i. Ama aynı bölmede ötekiyle birlikte oturmakta olan, ruhsal çöküntülü ve kendine zarar verici ben karşı çıkıyor.” (s. 21). Bu satırlar romanın Güneşin Kılıcı bölümünde yer alır ve yazar Bay Palomar’ı anlatırken, adı geçmemesine, varlığı bile bilinmemesine rağmen, Bay Mohole’ye yer verir aslında. Ben’in içinde bir ben daha var demesinin ilk işaretidir bu.
Böylece artık romanın tek kahramanı olarak kalan Bay Palomar; evreni, doğayı kendisine ayna olarak kullanmaya karar verir. Benim gibi kelimeleri açmayı seven biri iseniz şunun ayırdına kolaylıkla varabilirsiniz. İtalyanca’da: ’io’ ; ben, “occhio” ise göz demektir. Yani yazar ustalıkla aslında; kahramanın ben’ liği ile, görme organını bir ve bütün sayar. Öyle ki, romanın sonlarına doğru Bay Palomar -ve elbette yazar mahareti ile-; “ben” kişisini, yani egosunu fazla ortaya koyuyor olabildiğini, hatta taraflı bir gözle bakıp bakmadığını sorgularken bulur kendini ve çelişkiler yaşamaya başlar.
Böylece benliğini soyutlar ve gözlem yapmanın ana ve eksiksiz aracı olan gözünün, bir pencere olduğunu varsayar. Pencerenin öte tarafında kalan her şey kendisi dışında gelişir. Baktığı hiç bir şeye kendi gözleri ile kendi benliği için değil, tarafsız bir pencerenin iç tarafından dışarıdaki dünyayı gözlemlemesi gibi bakar. Dünya’nın, Dünya’ya baktığı bir pencere.
Başlangıçta çok akılcı gelen bu ben’i soyutlama metodu onu gerçeğe tarafsız bir şekilde ulaşacağına inandırsa da, gayet yalnız ve insanlardan hatta eşinden bile uzak olan Bay Palomar’ı iyiden iyiye kendi derin düşüncelerine iter. İstekli bir şekilde koyulduğu gözlem işi; ‘gözlemsiz geçirdiği tek bir an yok’ boyutuna evrilir. “Bir taş duvar, bir deniz kabuklusu, bir yaprak, bir çaydanlık özenli ve uzun bir dikkat istercesine karşısına çıkar hep ve neredeyse farkına varmaksızın bunları gözlemlemeye koyulur ve bakışı bütün ayrıntılar üzerinde dolaşmaya başlar ve onlardan ayrılamıyordur artık.” (s. 91)
Derken kendine dönmeye, sadece kendi içine bakmaya, ‘bireysel benliğinin göreceliğinden sıyrılmaya’ karar verir Bay Palomar. Başından beri yapması gerekenin bu olduğunu kavrar fakat derine indikçe kaybolmaya başlar tekrar. Kalabalığa karışmalıyım der; karışır, fakat uyum sorunu yaşar bu defa. Gözlemlerini arttırır; neye bakacağını, nereye bakacağını, başlangıcını, varmak istediği noktayı bulamaz olur.
Dünya der; "Dünya bensiz de tüm devinimine devam edecektir". Ölü olmayı düşünür nihayetinde. Bu fikirle algısı dahilindeki her şey dinginleşir. Yazarı yardımıyla kendisini bu romanın kahramanı olarak var ettiği ilk ana döner, dalgaları düşünür; “Dalga su yüzeyine yakın kayalara vuruyor ve kayayı oyuyor, bir başka dalga çıkageliyor, bir başkası, bir başkası daha; o orada olsa da olmasa da her şey gerçekleşmeyi sürdürüyor.” (s. 97)
Bay Mahole’yi içinde eriten Bay Palomar sessizliğin, ‘sözün söyleyebileceğinden biraz daha fazla bir şey içermesini’ (s.31) umarak belki de son kez dönüp yazarına bakıyor. Yazarı; Bay Calvino son romanı Bay Palomar’a son noktayı koyuyor. Bay Palomar, “o anda, ölüyor.”
“Öğle sonrası ay’ına kimse bakmıyor, oysa Ay’ın ilgimize en çok gereksinim duyduğu zaman bu.”( s.36)
...O
Italo Calvino, Palomar, Çeviren Rekin Teksoy, YKY, Nisan 2010
Italo Calvino, Palomar, Çeviren Rekin Teksoy, YKY, Nisan 2010
Italo Calvino, Kum Koleksiyonu, Çeviren Kemal Atakay, Nisan 2013
Bu yazı Roman Kahramanları Dergisi, Ekim-Aralık 2017, 32. Sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Yorumlar
Yorum Gönder