ÜLKESİNİ “DÜNYAYA BAKABİLECEĞİ” PENCERE BİLMİŞ BİR KADIN, INGEBORG BACHMANN ve ÖLÜM TÜRLERİ…
"Bir kadın bütün parçalanmış, yanmış aklı ve hiç sarsılmayacak açıklığıyla yazmış bir kadın... İçinden rastlantıyla geçtiği geçirildiği zamanlar, durumlar, ilişkiler, yaralar açtıkça, kaçınılmaz olan dille göğe bir güneş bir ay ve bir çizgi yapmak ve sonra delirmek görevi... Bütün romana yayılan yanma/yakma ölümünün bir kehaneti sanki. Nostalghia'nın Domenicosu, Zelda, Almanya'daki Türk işçi kızı ve daha kim bilir nicelerine eklenen bir ölüm biçimi Bachmann'ınki de. Kendilerini ölmeden ceset olarak algılayanlar intiharlarını başkalarının bir vasiyeti gerçekleştireceği gibi gerçekleştirir. Ölüm yaşarken vardır, olmuştur, cesedi yakarak ortadan kaldırmak gerekir. Domenico'nun naive çığlık/dilekleri Ingeborg'un çocuksu masalı..."
Nilgün Marmara
Kırmızı Kahverengi Defter
Nilgün Marmara, ölümünden sonra Kırmızı Kahverengi Defter olarak günlüğünden derlenerek yayına hazırlanan kitapta yukarıdaki cümlelerle özetliyor Bachmann’ın “Malina" romanını ve bir anlamda Malina üzerinden Bachmann’ı.
Peki bu bir masal mıdır? Marmara’nın dediği gibi “Ingeborg’un çocuksu masalı” mıdır?
24 Aralık 1971’de Bachmann kendisiyle yapılan bir konuşmada şöyle demektedir; “Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla…”
24 Aralık 1971’de Bachmann kendisiyle yapılan bir konuşmada şöyle demektedir; “Belli bir an vardı çocukluğumda; o an, benim tüm çocukluğumu yıktı. Hitler’in birliklerinin Klagenfurt’a girişleri. Bu, o denli korkunç bir şeydi ki, anılarım o günle başladı; başka deyişle, erken gelen, o güçte olanını daha sonra çekmediğim bir acıyla…”
Ingeborg Bachman Alman şiirinin en önemli isimlerindendir. 1960’da artık şiir yazmak istemediğini söylese de her gerçek şair gibi asla bırakmaz ve bir şekilde devam eder. 1961’de öykülerini “Otuzuncu Yaş” ismi ile yayımlar. Yarım bıraktığı “Todesarten” (Ölüm Türleri), (1962-1973’teki ölümüne kadar) hazırladığı büyük projenin adıdır. Ancak bu ideal için deyim yerinde ise 1960’dan itibaren gözlem biriktirmeye başlar denebilir ve bu gözlemi kadın-erkek ilişkisi üzerinden yapar.
‘Gündelik cinayetler’ olarak da tanımlanabilecek bu projede neredeyse tüm protagonist kahramanları kadın olarak belirler. “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır…” (Haziran 1973). Bachmann’a göre barış için bile savaşmak gereklidir. Ve bu hiç de yanlış bir tanımlama değildir.
‘Gündelik cinayetler’ olarak da tanımlanabilecek bu projede neredeyse tüm protagonist kahramanları kadın olarak belirler. “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır…” (Haziran 1973). Bachmann’a göre barış için bile savaşmak gereklidir. Ve bu hiç de yanlış bir tanımlama değildir.
Bir anlamda “Ölüm Türleri”ne, çözümlemeye çalıştığı varolma düşüncesinin yol arayışı da diyebiliriz. Ölmemek için aranan var olma yolları. “Yeni bir dil olmadan, yeni bir dünya yaratılamaz” fikri ve bu dili yaratabilmekteki azmi ve inancıyla Bachmann, savaşsız bir dünya için çıkış yolları aramaktadır bir anlamda. Çünkü umutların tükendiği bu eski ve hastalıklı dünyada “insanın gerçek ölümü hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır”, der ve “insanların birbirlerini ağır ağır öldürdüklerini” görmemizi sağlamak ister.
Görev tanımlamasını ise şöyle yapar Bachmann; “yazarın görevi acıyı yadsımak, onun olmadığı yanılsamasını yaratmak, acının izlerini silmek olamaz. Tersine, yazar onu somutluğuyla benimsemek ve görebilelim diye bir kez daha somutlaştırmak zorundadır. Çünkü hepimizin isteği, görebilen kişiler olabilmektir. Ve bizi ancak o sözünü ettiğim gizli acı, deneyimlerin karşısında, özellikle de gerçeğin karşısında duyarlı kılar. Bu konuma girdiğimizde, acının üretkenliğe dönüştüğü o uyanıklık konumuna geldiğimizde, çok yalın ve doğru olarak şöyle deriz: Gözlerim açıldı. Bunu bir şeyi veya olayı dışa dönük yönüyle algıladığımızdan değil, fakat göremeyeceğimiz şeyi kavradığımız için söyleriz. İşte sanat bunu, yani bu anlamda gözlerimizin açılmasını sağlayabilmelidir.”
Yarım bıraktığı Ölüm Türleri’ne dönecek olursak, Todesarten ana başlığı altında bir dizi roman olarak tasarladığı projede Malina tamamlanmış ve yayımlanmış tek romanıdır.
O şiiri bıraksa da şiirin onu bırakmadığını bir kez daha anlarız Malina’da. Duygu akışları okyanuslar yaratır, derinleştikçe yarattığı imgeler, doğrudan ve hiç lafı uzatmadan algı duvarlarınıza çarpa çarpa dökülen kelimelerin oluşturduğu cümlelerle şiirin nerede bitip, düzyazının nerede başladığını anlayamayacağınız güzellikte ve tarifi zor özellikte bir romana dönüşür.
Malina’ya baktığınızda kurgusuz bir romandır. Ancak bitirdiğinizde muhtemelen benim gibi bir süre kitap elinizde kalakalırsınız. Son sayfayı kapatacak gücünüz dahi olmaz, vurgun yemiş ve adeta yeni bir bilinçle uyanmış hissedersiniz. Bachmann realistliğinin, lafı uzatmadan doğrudan içinize işleyen cümlelerin bir o kadar romantik dilin yazarı, yazarınız olmuştur artık.
Malina’ya baktığınızda kurgusuz bir romandır. Ancak bitirdiğinizde muhtemelen benim gibi bir süre kitap elinizde kalakalırsınız. Son sayfayı kapatacak gücünüz dahi olmaz, vurgun yemiş ve adeta yeni bir bilinçle uyanmış hissedersiniz. Bachmann realistliğinin, lafı uzatmadan doğrudan içinize işleyen cümlelerin bir o kadar romantik dilin yazarı, yazarınız olmuştur artık.
Romanda protagonist ‘Ben’ kişisini gördüğünüzde neden bir ismi olmadığını sorgulamanız muhtemel olsa da hemen aklınıza Bachmann’ın farkındalığı yaratmaktaki ‘Sen’ vurgusuna verdiği önem gelir aklınıza. O halde ana kahramanın da “Ben” olması kadar doğal bir şey yoktur. Ve o “Ben”i Ingeborg Bachmann’dan soyutlamak, sadece roman karakteri olarak görmek Bachmann’ı azıcık bile olsa incelemiş biri için dahi imkansızdır.
“Ben, Ivan ve Malina”… romanın üç karakteridir. Ben kişisi Malina üzerinden hayatı ve Ivan ile olan ilişkisini sorgular. Malina, Ben’in iç dünyasında çok önemli bir yere sahiptir. Adeta duygularının yüce boyutudur diyebiliriz. Nerede ise her hareketinde, her düşüncesinde en basitinden en çetrefillisine kadar varlığını sürdürür. Bu noktada belirtmekte yarar vardır ki bi an için Malina’nın var olup olmadığını, gerçek bir kişi mi, hayali mi, Ben’n imgeleminde yarattığı ikinci bir Ben kişisi mi, Ben’in ardına sakladığı kendi mi, idealindeki Ben, yahut aynı idealdeki ilişki mi diye sorgular bulursunuz kendinizi başta. Acı çekmeyi seven, acıyı içselleştirmiş birey gibi görünse de, tam tersi gerçekçi, acıyı olduğu gibi kaleme alan, estetik, sanatsal ve en önemlisi kadınsı bir duyarlılıkla sunar romanı bizlere.
“Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” sorusuna, “Hayır,” yanıtını veren Bachmann, “aşk, bir sanat yapıtıdır.” der. Aşkı, birey olmayı, imkansızı sorgulayan cinselliğin çok ötesinde yaşanan iç dünyanın derinliğinde yücelen mutlak aşkın romanıdır Malina.
“Ben, Ivan ve Malina”… romanın üç karakteridir. Ben kişisi Malina üzerinden hayatı ve Ivan ile olan ilişkisini sorgular. Malina, Ben’in iç dünyasında çok önemli bir yere sahiptir. Adeta duygularının yüce boyutudur diyebiliriz. Nerede ise her hareketinde, her düşüncesinde en basitinden en çetrefillisine kadar varlığını sürdürür. Bu noktada belirtmekte yarar vardır ki bi an için Malina’nın var olup olmadığını, gerçek bir kişi mi, hayali mi, Ben’n imgeleminde yarattığı ikinci bir Ben kişisi mi, Ben’in ardına sakladığı kendi mi, idealindeki Ben, yahut aynı idealdeki ilişki mi diye sorgular bulursunuz kendinizi başta. Acı çekmeyi seven, acıyı içselleştirmiş birey gibi görünse de, tam tersi gerçekçi, acıyı olduğu gibi kaleme alan, estetik, sanatsal ve en önemlisi kadınsı bir duyarlılıkla sunar romanı bizlere.
“Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” sorusuna, “Hayır,” yanıtını veren Bachmann, “aşk, bir sanat yapıtıdır.” der. Aşkı, birey olmayı, imkansızı sorgulayan cinselliğin çok ötesinde yaşanan iç dünyanın derinliğinde yücelen mutlak aşkın romanıdır Malina.
Ingeborg Bachmann, 1973’de, uzun yıllar yaşadığı Roma’daki evinde fazla miktarda uyku hapı aldıktan sonra yaktığı sigaranın yol açtığı yangında aldığı yaralar sonunda ölecektir. Barışa ulaşmak için verilmesi gereken bir varoluş savaşı, bir ölüm yolu ve türünün ilk halkası ise şayet bu roman, yazarın kendi ölümü bir intihar değilse bile vazgeçişin gizleyemediği bir teslimiyetin ölüm türüdür bana göre.
1971’de yayınlanan Malina’nın ardından ise 1972’de sonradan bu projeye dahil edilen ‘Simultan” öykü kitabı ve Büchner ödül konuşması (1973) yayınlanacaktır.
1971’de yayınlanan Malina’nın ardından ise 1972’de sonradan bu projeye dahil edilen ‘Simultan” öykü kitabı ve Büchner ödül konuşması (1973) yayınlanacaktır.
“Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam…” (Haziran 1973)
Şairin ölümü, yazamadığı anda gerçekleşmiş ve Roma’daki evinde son sigarasını yakıp penceresini dünyaya kapatmıştır.
O.../
Kaynak: Malina, Ingeborg Bachmann, çeviren Ahmet Cemal, YKY, 2014
Deliler Teknesi Edebiyat Dergisi Kasım-Aralık 2016 sayısında yayınlanmıştır. Kaynak belirtmeden kullanılamaz.
Nilgün Marmara'nın Kırmızı Kahverengi Defter'inden kendi elyazısı ile
Yorumlar
Yorum Gönder