NİSAN...

Büyük demir kapıdan içeri girdiğinizde küçük bir koruda sessizce adımlarınızı saymaya başlarsınız. Demir kapı pek bir büyük, pek bir ağırdır başlarda. Üstünüze yürüyor gibi hissettirmesine rağmen eşiğini geçtiğiniz anda uzunca taş bir patika sizi buyur eder. İşte o zaman size doğru eğilenin kapı değil de yolun sağ ve solunda kaç yıldır orada olduklarını kestiremediğiniz ağaçlar olduğunu anlarsınız.

Dedim ya! Demir kapı dev gibi görünür başlarda. Patika ise sonsuz. Ağaç da ağaçtır işte o zamanlar. Anlamları, büyüdükçe yüklüyor insan. Boyu kapıdan ürkmeyecek, patikanın sonunu görebilecek, ağaçların ruhu ile kendi iç sesi, yaprakların fısıltısı ve gölgelerin oyunu aracılığı ile konuşabildiğinin ayırdına vardığı anda. Farkındalık önemli tabii! Evrenin sesini duymayı istediğinde. Daha doğrusu o ta baştan duyurur da, kişi o sesi içselleştirdiğinde işitir ancak.

Küçük bir orman sandığı yerin öyle olmadığını da o zaman anlar. Taş mermerlerin, soğuk değil de herbirinin, içinde yanan bir kor barındırdığını bellediği anda. O kor bedene hapsolur önce. Yaşar. Sonra zamansız zamanın gelmesi ile o beden yıkanır, paklanır beyazlara sarılır -'masum geldik ya dünyaya aynı masumlukta göçelim öte dünyaya' hayali ile aradaki tüm diğer renkler yok sayılıp- kor; etrafına deriden örülmüş duvarlar yetmezmiş gibi sıra ile önce bez, sonra tahta, derken araya toprak ve nihayetinde etrafı mermer bir başka hücreye konur. Çiçekleri de unutmayalım. Kimsenin aklına kor içten içe yanar mı? diye bir düşünce düşmez. Düşmez işte!

Ezberlenmiş ritüeller tekrarlanır. O ritüelleri yaşınız kaç olursa olsun bilmeniz gerekir. Bilmiyorsanız da en azından saygın duruş beklenir. Ağlamak serbest. Sonuçta en kolay da çocuklar ağlar değil mi!  O çocuğun küçücük yaşta, beklenmeyen zamansız bir zamanda omuzlarına binen yükü bilen büyükler, omuzlarına bastırdıkları iki elleri ile -farkında olmadan kol kuvvetlerini de katarak işin içine- teraziyi daha da çökertiklerini kavrayamazlar.

Ben aslında şanslı olanlardandım. Törene götürmediler beni. Sağduyulu biri çıkıp "ne işi var sekiz buçuk yaşındaki çocuğun cenazede" deyivermiş. Sonradan öğreniyorum, anneannemmiş o kişi. Kırklar basamağına uğurdur diye sağ ayağını henüz birkaç gün önce atmış olan annem, zamansız zamanın kırk dokuz yaşında kendisinden ve benden uykusunda alıp götürdüğü dağ gibi adamı -ki gerçekten dağ gibiydi babam. Sıcacık bir korun, taşı da yumuşattığı pamuğa çevirdiği bir dağ- kaybetmenin etkisinden olsa gerek herşeyi annesine devretmiş o gün.

Bakın demir kapıları, patikaların uzunluğunu falan kavrayamıyor belki o yaşta çocuk ama acının büyüklüğü karşısında seçilmiş bir sessizliğe gömülmenin, çökmenin, olduğu yere yığılmanın ne olduğunu yaşayarak öğreniyor. Vakti gelip büyüklü küçüklü başka kayıplar karşısında aynı sessizliğe gömüldüğünde, aynı diz çöküşü yaşattığında hayat ona ne yapacağını biliyor oluyor en azından. Tabii bilmek hiçbir şeyi kolaylaştırmıyor, hafifletmiyor, azaltmıyor, yok da etmiyor. Orası ayrı!


Aç parantez. Öğrenmenin yaşı yok! Bunu da farklı durumlarda yine zamansız zamanın gelmesi ile kavrıyor insan. Daha doğrusu kavrayamadığını, avuçlarının arasından nasıl kayıp da gittiğini, tutamadığını, durduramadığı gibi geri de döndüremediği evrede anlıyor hiç bir şey öğrenemediğini. Çünkü her kayıp başka bir çatlaktan yol bulup akıyordur. Var olana ilişmeden ama kuvveti ile eskiyi de derinleştirerek belki. Kapat parantez.


Benim eşit derecede solak ve sağlak olduğumu söylemişmiydim daha önce? Okulda, özellikle  sınavlarda çok işime yaradığını? O gün derse gelmeyecek bir arkadaşım olduğunda iki defter iki kalemle -istersem- sağlı sollu not tutabildiğimi? Yok anlatmadım bunu. Hem konumuz da bu değil zaten. Neyse!

Kuş olsam, sol kanadımın koptuğu günü anlattım şimdi size derdim. Sağ kanadımın koptuğu gün için önümde bir on beş sene vaktim vardı henüz. Tabii bunu da bilmiyorsun o vakitler. "Çocuksun daha", anlamazsın! Sol kanadın koptuğu bir Nisan ayından, sağ kanadın da koptuğu bir başka Nisan ayına sığdıracağın oyunlar, geziler, okullar, öğretmenler, kalpte kıpırdayan kelebek falan olacaktır. Hayat güzeldir, önünde yıllar vardır. Çocuk da kariyer de yapacağın yıllar. Öyle dediler. Yüzüme değil, arkamdan da değil. Söyledim ya, "Çocuktur anlamaz!" mantığı ile yanıbaşımda söylediler. Falcı değillerdi, fakat bilmişlerdi. Kaçırdıkları tek nokta, tüm bu aydınlığın bir de karanlık yönünün olacağıydı.

Sol kanadın koptuğu bir Nisan gününden tam üç yıl sonra yine bir Nisan günü tanıştık kendisi ile. Üstelik adı da vardı. Cerrahpaşa. Hem Cerrah hem de Paşa idi sonuçta. Kurtaracaktı annemi. Çekip çıkartacaktı ağrı kesiciye dahi alerjisi olan bünyeyi bu hayattan. Fakat bencildi. Gözü de kalbi de açtı hep. Trombosit denen sarımtrak bir sıvı ile tanıştırdı bizi. Üniversite sınavı ile bile henüz tanışmamış ben, üç yanlış bir doğruyu götürürden önce, üç ünite kana karşılık bir ünite trombosit gerçeği ile yüzleşmiştim. Sistem o yıllarda da acımasızdı. Kan vermeye götürecek eş, dost, akraba, komşunun teyzesinin oğlunun arkadaşının yeğeninin ebesi de kalmayınca bir iki defa, henüz kağıt üzerinden atılmamış sıfırları devreye soktuk mecburen.

Sandalyelerle bağımın kuvvetlendiği devre de aynı döneme denk gelir. Sandalye yalnızlıktır, beklemektir. Bıkıp usanmadan beklemek. Bezelye tanesini onca yorgan ve döşeğin altında bile hissedebilen ve böylece prense layık olduğu ıspatlanan prenses hiç olamadım böylece. Ama tabii ki de, daha şanslıydım ondan. Sonuçta haftanın yahut ayın belli gecelerini (yengemin kaldığı gecelere parantez açalım burda, ki hakkını yemeyelim) tahta bir sandalyede -seve seve- iki büklüm geçirmeye alışık biri gerektiğinde bezelyeyi kaşıkla ezer, çorbasını bile yapardı nihayetinde! Ve yine o zamansız zaman; belli bir yılın, yine bir Nisan ayında ilkinden tam 15 yıl sonra, Cerrah olan Paşa'nın kollarından alıp götürdü annemi. Ellerim de sandalye de boş kaldı böylece. 

Demir kapının eşiğini geçip sizi karşılayan ağaçlı patikanın sonuna kadar yürüyüp bir sol ve önünüzde yeni bir patika, sonra iki de sağ yaparsanız üçüncü mermer onlarınki. Mermerin hemen solunda, baş uçlarında, yazın nefret sıcağında, tüm endamı ile gölgeden sandalyesini ayağıma seren kocaman bir ağaç var. Babamın dileği o ağacın altında dinlenmekti. Anneminki ise ağır alerji ve astımından ötürü mutlaka bir hastanede ölmek ve kocasının yanıbaşına gömülmek. Öyle de oldu. Şimdi oraya her gittiğimde yapraklarının hışırtısında fısıltının harflerini dizer gölgesine o ağaç.

Konuşur, dertleşiriz biraz. Senelerdir tanıyor beni sonuçta. Sevinçlerimi, mutluluğumu tanır. Kırıklarımı da bilir. Avuçlarımı kanatsalar da benim oldukları, benden bir parça oldukları için nasıl onları ellerimle geri topladığımı da. Nisan'ın herkes için illâ bahar demek olmadığını da bilir. Gölgesinin serinlettiği toprağın altında yatan, beni var eden o çok sevdiğim iki koru nasıl kendiminki ile birleştirip, tenden duvarımın içinde, tam orta yerimde taşıdığımı ve bu yüzden kalbimin sesinin aklımın sesinden neden hep daha kuvvetli çıktığını da. Sonsuzluğa, anâ, yıldızlara, ellere, tuza, pencerelere, belli eşyalara ve tabii ki kelimelere inandığım kadar kahrolasıca zamana ve hayatı plan ve programlara sıkıştırmaya inanmadığımı da. Bunun yanı sıra geç kalmak istemeyişlerimi de. Ölümden büyük acı ve onun dışında düzeltilemez hiç bir şeyin olmadığını da. Özlemimi, hasretimi hatta rüyâmı da! 

-Çiçek vereyim mi abla?
-Sağol! Ben koru da suyu da kendi içinde, kendine özgü, kaktüs getirdim.


O.../

Başka yılların 6,12 ve 29 Nisan'ına!

Yorumlar

Popüler Yayınlar