ERKEK HİKÂYELERİ, ÜMİT KIVANÇ!
Belgesel, sinemacı ve çok yönlü bir yazarın, özellikle biz kadınlar tarafından çoğunlukla çapsız ve tek yönlü nitelenen, farklı frekanslarda olduğumuzu düşündüğümüz erkekler üzerine hikâyelerini içeren bir öykü kitabı “Erkek Hikâyeleri”. Erkeklerin görünenin dışındaki iç dünyalarına, dertlerine, aciz, mutsuz, çaresiz, yalnız hallerine ayna adeta.
Kitabın giriş bölümünde:
“Erkeklerin kendilerini başkalarına bir şey yapmaksızın ifade edebilmelerini
sağlama amacıyla hazırlanan...” bir program ve söz konusu bu program için
derlenen başlıca 4 ana öykü tanıtılıyor.
Öykü kitabı üç ana bölümden
oluşuyor. Kendine güvenen, toplum nazarında güçlü, kendilerini dünyanın hakimi
gibi gören, konum sahibi, iradesi kuvvetli, her gün onlarcası ile yüz yüze
geldiğimiz erkeklerin bir o kadar normal ve bir o kadar dertli, aciz, ne
yapacağını bilemez durumunu, kendi ağızlarından aktarıyor kitabında Ümit
Kıvanç.
Halûk'un Teklifi
Birinci hikâyedeki Mimar Halûk
Bey örneğin, öyküsünü kendi adını vermeden anonim bir şekilde yazsaymış, birçok
okuyucuya rahatlıkla kadın olabileceği hissi uyandırabilecek bir karakter. Feminen
özellikleri olduğundan değil tabii ki. Tam aksine. Fakat çoğu kadının, erkeğin
duyarsızlığından, sevgisizliğinden, boş
vermişliğinden, yüzeyselliğinden dem
vurduğu günümüzde, kadın erkek ilişkilerinde hep ağlayan, üzülen ve nedense “en
çok” seven, gelecek hayali kuran, kadındır gibi bir var sayımı, genellemeyi, önyargıyı
çürüten cinsten bir hikâye.
Halûk Bey belli bir olgunluğa
erişmiş, kadınlar tarafından hep beğenilmiş, arzulanmış, çeşitli güzel,
duygusal ilişkiler kurmuş, esprili mesleğinde başarılı, öngörülü, tedbirli ve
sistematik çalışmayı seven, özgüveni yüksek ancak hayatında hiç aşık olmamış
biri. Bir arkadaş toplantısı sonrası Cevza’yı evine bırakması, devamında odaya
ve yatağa sürüklenmeleri ile beklenmedik biraz da “arkadaşlar ne der” kaygısı
ile başlayan bir ilişki. Halûk Bey başından beri bunun sonu olmayan bir
birliktelik olduğunu biliyor, “Başıma gelecekleri...” tahmin etmeliydim ile
başlayan giriş cümlesi ile farkındalığını bize en başından dile getiriyor
aslında. Bu görüşmeler tamamen ten uyumu, ve haz üzerine kurulu hafta sonu
görüşmeleri ve bazı iş çıkışı akşam buluşmaları şeklinde artarak devam ediyordu
ki, Halûk Bey aşık olduğunun farkına varıyor.
Ve öyle bir aşk hissediyor ki, kendi konumu, yaşı ve ondan
beklenebilecek tüm olgunluğu bir kenara bırakıp adeta liseli bir aşık gibi
hissediyor kendini ve Cevza’yı da bu hayalindeki sahnede liseli bir kız olarak
konumlandırıyor. Cevza’nın elini tutmak, sarılmak, uzun uzun öpüşmek onu mutlu
ediyor. Bir şeyleri paylaşmak, ne bileyim yemeğe gitmek, gezmek, yolda öylesine
dolaşmak istiyor. Bu konuyu Cevza’ya açtığında aldığı cevap çok net oluyor Halûk
Bey’in: “ Artık yalnız vücutlar var.” Cevza bu cümleyi daha ilk sevişmelerinin
sonunda dile getirmiş olmasına rağmen,
Haluk Bey o gecenin yorgunluğu, belki de aldığı haz ile üzerinde durma,
tartışma gereği duymuyor, kapısını çalmış olanın bir aşk olduğunu hissettiği anda
da terse çevirmeye çabalıyor, birbirleri ile hiç konuşmadan sadece yatak olan
ilişkilerini zamanla değişir diye akışına bırakmaya, ona sevgisini aşkını
gösterirse bir şeylerin değişebileceğine kendini inandırmayı tercih ediyor.
Çoğu çift için beraber
gerçekleştirilecek bir tatilin, ortam ve hava değişikliğinin, hem birbirlerini daha
yakından tanıma, hem koşulsuz bir bağlanmaya sebebiyet verebileceğine ve “aşkın
her şeyi, hemen her şeyi sonunda halledeceğine” sonsuz güven ve inançları
vardır. Kahramanımız Halûk Bey böyle bir plan ile hareket ediyor ve Cevza bu
teklifi sorunsuz ve beklenmedik bir şekilde kabul ediyor.
Başta bahsettiğim noktaya
dönecek olursak, adeta bir rol değişimi
yaşanıyor hikâyede. Tatil yerinde, umarsız, sabah güneşlenip denize girmeyi
akşam sevişmeyi tatilin amacı bellemiş bir Cevza ile, otel odasını dahi
Cevza’yı mutlu edecek şekilde düzenli tutmaya çalışan, deniz kenarında onu
rahatsız etmemeye özen gösteren, ihtiyaç duyabileceği eşyaları temin eden ve sahile
güneşlendiği yere taşıyan, sevgisini belli etmeye ve bunun için en doğru yol ve
yöntemi arayan, Cevza’nın kırıcı söz ve tavırlarına sesini çıkartmayan, akışın
içinde her şeyin düzeleceğine inanan ve incinmişliğini gece yatakta partnerine
belli etmemek için uğraşan Halûk Bey’i görüyoruz. Cevza’nın umarsızlığı,
uzaklığı, konuşmaktan dahi kaçınıyor olmasının yarattığı bir belirsizlik ve
bilinmeze sürüklenen, aynı zamanda sevdiği kadını kaybetmemek adına onun
kurallarına uyum sağlamaya çalışan kahramanımız tatilde oldukları günler
boyunca yavaş yavaş kendi kişiliğinden hatta kendi beden ve cinsel
dürtülerinden şüpheye düşebilecek noktaya geldiği bir gecede, yükte ve pahada
Cevza’nın konumlandırdığı birlikteliğin doğruluğuna – sevdiği insanı kaybetmemek
adına - ve hayalindeki liseli kızı önünde sonunda büyümüş olarak görmek
isteyeceğine kanaat getirip kararını veriyor ve Cevza’ya teklifini sunuyor.
Kesişme
“Onu öldürdüm.” dedi,
Sarhoştum, “Bu hikayeyi
biliyorum,” dedim.
“Bu hikayeyi bilemezsin,”
dedi. “Olsa olsa bu klişeyi bilebilirsin. Ama hikayeyi bilemezsin.”
Böyle başlıyor ikinci
öykümüz. Kahramanlarımızın isimleri, meslekleri belirtilmiyor diğer öykümüzün
aksine Birbirlerini tanımayan iki adam, bir meyhane tezgahının önünde
içkilerini yudumluyorlar. Biri acısını müthiş bir kanıksama ile içinde yaşıyor.
Anlatmaya, dillendirmeye, çare aramaya çalışmıyor. Hatta kendisine musallat
olunmasın diye kabalık ediyor, edebiliyor zaman zaman. Hesaplaşması kendi içinde
ve yine kendi ile. Bu hesaplaşma bir okyanusa dönüşünce, nefes almak için ses
veriyor sadece aklındaki kelimeler. O kadar!
“Siz mutlaka düzenli olarak
Milli Piyango alıyorsunuzdur,” dedim. “Her hafta, on beş günde bir ya da ne
bileyim ayda bir, ama mutlaka düzenli olarak....”
“Cevap vereyim mi?’ dedi.
“Yoo,” deyip arkama
yaslandım.
“İşte bak,” dedi. “Böyle.
Aynen böyleydi. Ben de sadece söylemek istemiştim. Bu kadarıyla benziyor.”
Diğer kahramanımız
söylenenlerde anlam aramaya, mutlak tanımlar bulmaya ve belli kalıplar içinde
değerlendirmede bulunmaya, analiz yapmaya, teşhis koymaya çalışıyor. Böylece
çeşitli sorular ve oradan çıkardığı sonuçlar ile kafasında şekillendirmeye
çalışıyor diğer kahramanımızı. Oysa sadece içindekini, söylemek istediğini bir
anda dile getiriyor diğeri. Anlaşılmak, cevap bulmak gibi bir gayesi yok. Kendi
cevaplarını kendisi çoktan bulmuş aslında.
“Cinayeti işlediğimi birine
söylemeseydim intihardan farkı kalmayabilirdi,” dedi.
“Ben... ne yalan
söyleyeyim...” diye kekeledim. “İnanmakta güçlük çektim, doğrusu.”
“Ben de,” dedi.
Tanımlar bulup analiz yapmayı
seven kahramanımız meyhanenin kapısını ardından kapatıp oradan ayrılırken, buz
gibi bir rüzgarın tokadını yemiş, elleri cebinde caddeye ilerlerken belki de
şöyle diyordu içinden:
Bazı cinayetler, eş zamanlı
intiharı oluyor insanın.
İki Kere İki
Kitaptaki üçüncü öykü olan
“İki kere iki” de, anlatıcımız hariç 3 kahramanımız var. Nil, Tülay ve Fehmi.
Anlatıcımız kendi dışında tüm isimleri vermekte bir sakınca görmüyor. Kendisi
başarılı bir reklamcı. Nil ile, uzun zamandır devam eden, ikisinin ayrı evleri
olsa da genelde Nil’in evinde yaşanılan, birbirlerini seven, güzel, uyumlu fakat
biraz rutin denebilecek bir ilişkileri var. Fehmi ve Tülay ise diğer çiftimiz.
Fehmi işi gereği –fotoğrafçı- çok fazla şehir dışında olabiliyor. Tülay ise bir
dergide muhabir olarak çalışıyor. Birbirlerine bağlı, güvene dayalı ama pek de
bağımlı olmayan bir ilişkileri var. Dördü birlikte sık sık bir araya geliyor,
sinema, bar, Pazar gezmeleri, evde film seansları, yemekler.... Kısaca nerede
ise her şeyi birlikte yapıyorlar.
Bu buluşmalarda birbirleri
ile çok iyi anlaşsalar da, çoğunlukla Nil’in Fehmi ile, ve Reklamcı
Kahramanımızın Tülay’la daha çok sohbet ettiği, vakit geçirdiği gözden kaçmıyor.
Kahramanımız başta içten içe henüz kendisinin de isimlendirmediği bir beğeni
hissetse de bunu dolaylı olarak kendisinin reklam, Tülay’ın ise muhabir oluşuna
ve iş için konu paslaşabilme hallerine bağlıyor. Haber almak, vermek için
Tülay’ı telefonda arama isteği zamanla bir sesini duymadan huzur bulamama,
işteki en ufak bir sıkıntıyı, stresi, Nil’e değil de Tülay’a anlatma arzusu
karşı konulamaz bir hâl alıyor. Telefon konuşmaları genelde sessiz karşılıklı
bir kaç kelime ile sınırlansa da, Tülay’da da benzer bir isteğin dışa
vurulamama halini sezebiliyoruz. En azında Reklamcımız anlattıklarından
çıkardığımız sonuç bu.
Diğer taraftan, uzun zamandır
süregelen gayet de iyi giden sorunsuz iki beraberlik, dışa çıkılamayan bir
döngü, ve aslında bozulması pek de istenmeyen bir düzen söz konusu her ikisi
için de. Çünkü bir tarafta rutin de olsa her yönü ile bilinen bir ilişki, diğer
tarafta hem yanlış olduğu düşünülen, gerçekleşse bile yönü ve sonucu
kestirilemeyen -ki adını koymakta bile zorlanıyor kahramanımız- bir bilinmez kapı.
Ve kesinlikle dile gelmeyen, hiç kelimelere dökülmeyen, bakışmalar ve basit
mimiklerde belki de bir tek birbirlerine açık ettikleri bir dürtü söz konusu.
Bu öyküde Reklamcı
kahramanımızdan en net şunu anlayabiliyoruz aslında: Erkek için de güzel bakımlı
bir kadın, paylaşmak anlamında eğlenmek, gezmek, gülmek, devamında rutin de
olsa güzel bir sevişmeden öte olan bir şey var. Konuşmak. Anlatmak. Anlaşılmak.
Saçma da olsa söyleyeceğinin dinleneceğini bilmek. Kısaca sevmek, sevilmek
dışında, seviyorum dediğin insanın ve seni sevdiğine inandığın insanın ruhuna
dokunmak. Üstelik bir bakışla bile anlatılabilecek onca şey varken, birkaç
kelimeye sığdırılamayacak ne olabilir?
“Tülay, biliyor musun az önce
ne yaptım.” dedim ahizeye sıkı sıkı yapışarak. “Bir kağıttan uçak yapıp
pencereden attım.”
Bir “ilk görüşte aşk” olayı
“Bir “ilk görüşte aşk’ olayı”
yazının başında belirttiğim programda bahsedilen öykülerden sonuncusu. Program
sunucusunun da dediği gibi yine kahramanımızın adını bilmiyoruz. Platonik bir
aşktan -platonik denilebilir mi ondan da emin değilim aslında- arkadaşla
gidilen yaz tatilinde bir otelde, sevgilisi -kocası da olabilir- ile birlikte gelen
bir kadına duyulan beğeni anlatılıyor. Cinsellik içerdiği söylenemez ama bir arzu
ve bunun dile getirilmeme ama bir şekilde bir mesaj iletebilme isteği ile,
tamamen kahramanımızın hayalinde gerçekleşen duygusal boyutu ağır basan, çekingenlik
ve yanlış anlaşılma ihtimali duvarına çarpıp, hislerini kendi içinde hapis
tutmayı tercih eden bir gencin öyküsünü okuyoruz.
Kahramanımız ilk görüşte aşka
kuvvetle inanan, bunun gerçekleşmesini isteyen, ancak pek de umutla yaklaşmayan
biri. Kendisinin de dile getirdiği gibi, o ana kadar yaşadığı tüm ilişkiler, ve
bu ilişkilerin kısa süreli olmasında ana etken kendisinin çok önem verdiği
duygusal-düşünsel-bedensel beraberlik üçlüsünün yaratabileceği güçlü bağların
yoksun olması.
Diyeceksiniz ki, bu üçlü
formülasyonu –bu bir formülasyon ise şayet- kim istemez! Bir beraberliğin bütün
olabilmesi için duygu-akıl-beden birlikteliği ve uyumu en ideali değil midir
zaten?
İnsanlar bir ilişkiye başladıklarında
zaten duygusal boyutun varlığını baştan kabul ederler. Yani beğenme
diyebileceğimiz, aslında her şeyin başı olan bir etkileşimi çoğunlukla aşk olarak
algılarlar. Karşındakini düşünüyor olmak duygu + akıl kombinasyonunu
beraberinde getirir. Öpüşmek, el ele tutuşmak, sarılmak ve sonrasında sevişmeye
kadar giden süreçte: “mutluyuz seviyor, seviliyor, düşünüyor, hatırlanıyor ve
de sevişiyoruz” diyerek aşkı yaşadıklarına inanırlar. Oysa burada
kahramanımızın bize bahsettiği çok ayrı bir şeydir. İlerideki sayfalarda,
otelde beğenip sonra aşık olduğuna inandığı kadından ilk etapta cinsel bir şey
düşünebilmek bile ona utanması gerektiği hissini uyandırıyor. Çünkü ona
beslediği duygular, bir cinsel tatminden ötedir ona göre. Düşünsel boyutta ise
sadece ‘şu an ne yapıyor, acaba nasıl davranacak’ tan ziyade, onun mutlu ve
mutsuzluk anlarını gözlüyor, bir şekilde kendi varlığını ona görünür kılıp, kızın algısında yer etmek istiyor.
Hikayenin sonu kahramanımızın
pek dilediği gibi şekillenmese de 3 günlük platonik denebilecek bir aşkın,
yüzeysel yaşanan nice sözde aşktan daha anlamlı olabileceğini gösteriyor bize.
Öykü kitabının II. Bölümü
olan Hatırlamalar, düşündürücü,
çarpıcı ama aynı zamanda esprili bir dil kullanılan baştaki dört öykülük ilk
bölüme göre daha hüzünlü bir seyir izliyor. Bu bölümde iki öyküye yer verilmiş.
Birincisi “Ses ver, Naci Bey”. Çok iyi kalpli, karısını çocuğunun doğumunda kaybetmiş, kızı,
torunları ve görev yaptığı okulda sevilmesine rağmen hep geri planda kalmayı
tercih etmiş, hiç sivrilememiş, kendini hakkı olmasına rağmen yeteri kadar ön
safhada tutamamış, kıdem sırası onda olmasına rağmen müdürün bile muavin yapmak
için kendisini hatırlamadığı, sönük, var ile yok arası bir ruhun bedene
bürünmüş halini görüyoruz Naci Bey’de.
Dışarıdan bakıldığında, hatta
öyküyü dillendiren tarafından bile bir acizlik, yalnızlık, pasiflik, boşa
geçirilmiş bir hayatı var Naci Bey’in. Ben öyle olduğunu düşünmüyor. O yüzden
belki kitapta en sevdiğim öykülerden biri oldu Naci Bey. Bir seçim, bir kendini
anlatmadan anlaşılmayı dileme hali, dünyanın gürültülü ve insanı yiyip bitiren
benlik kavgalarından uzak durma isteği, kendi içinde hüzünlü ve bu hüznü
etraftakilere yansıtmadan hayatı teğet geçebilme arzusu belki. Bilmiyorum! Çoğu
zaman bize yansıyanın acizlik, iradesizlik, çekingenlik ile var olmaya hüküm
giymiş yalnızlık gibi görünen şeyin, bir nevi cesaret olduğunu düşündüğüm için
olsa gerek.
“’Varken varlığını fark
etmedik’ diye kimsenin hayıflanması gerekmiyordu. Bunu onlara hatırlatacak bir
iz bile kalmamıştı geride....”
“Hiç değilse böyle sessiz
sedâsız ölmeseydin veya ölümün yüzüne dahi gülmeseydin, Naci Bey.”
Kitaptaki son iki öyküden ilki Usta’yı ziyaret. “Ben senden hiç bir zaman korkmadım usta...” ile başlayan çırağının dilinden anlatılan bir cinsel kimlik öyküsü.
Sonuncusu ise Kale. İki adam, iki kadın ve yazarımız
Ümit Kıvanç’ın arka kapakta yazdığı gibi “Vicdan sahibi Yuppie’ler haline gelen
eski arkadaşlara....” ithafen...
Son iki hikayeyi
anlatmayacağım size, çünkü bu öykü kitabını edinmenizi ve erkek penceresinden
“Erkek Hikayeleri” ile tanışmanızı istiyorum!
O.../
Bu yazı Roman Kahramanları Dergisi, Ekim / Aralık 2014 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Yorumlar
Yorum Gönder