BİR MURAT GÜLSOY ROMANI; "NİSYAN"DAN BANA KALAN...

Roman üstüne roman yazmak değil amacım. Yazarı sorgulayıp, kahramanına yeni karakter giydirmek de değil. Mekan, zaman, olay örgüsünü değiştirip yeni bir algı oluşturmak hiç değil. Tek amacım var benim. Roman’ı ve kahramanını daha iyi tanımak. Empati kurmak, yakınlaşmak, anlamak için çabalamak. Bana ne sunabilir, hayatıma ne katabilir görmek. Edebiyata bağlı sıradan bir okur olan benden, bilinçli bir okur yaratabilmek. Harflerde saklı kahramanın ruhuna dokunabilmek... Çünkü her roman kahramanının bir sesi vardır ...”



                                             *****
                                   

NİSYAN, Murat Gülsoy


Odaya puslu, ağır bir hava hakim. Pencerenin perdesi sonuna kadar açık. Eşyalar izin verse, odaya dolan minik tozdan askerler, camdan içeri süzülen Ay’ı yol gösterici belleyip, transit uçak yolcuları gibi kayıp gitmek istiyorlar mekandan. 

Ben, kabul göreceğimden bile emin olamadan, ses çıkarmamaya özen göstererek ayakta duruyorum.  Uyanması vakit alırsa, ilişiveririm masanın dibindeki sandalyeye. Ama vişne çürüğü berjer olmaz. Bedeninin bir gemi misali demirlendiği, zihninin kaybolmamak için kelimelerin git gelinde tutunmaya çalıştığı son limana izinsiz girmiş olurum sonra. 

M’nin hatıraları, kimi zaman durağan, kimi zaman koşar adım, karmaşık el yazısında düğüm düğüm olmuş, kaybolmamak için birbirine tutunmaya çalışan harfler yumağı. Sağlam bastıklarını düşündüğü bir anda tökezleyen anıların, direnen sözcükleri. 

Roman’ın bir sayfasında; "Yazının mürekkebi” demişti yazar. Belki de, okyanusun sonsuz lacivertinde, kendi derin anlamlarını arayan umudun kelimeleridir onlar.

Çarşafın hışırtısının ele verdiği bir kıpırdanma ile düşüncelerimden sıyrılıp, belli belirsiz artan tedirginliğimle yatağa dönüyorum yüzümü. Ne demeliyim O’na uyandığında? Nereden başlamalıyım? 

En azından bu defa, beyninin labirentinde zayi; isim ile simayı bir araya getiremeden, her seferinde mutlaka birini mürekkebin sonsuzluğunda kaybettiği, geçmişten aşina bir yüz değilim ben. Tanımıyor gerçekte beni. Kahramanı olduğu romanı okuduktan sonra, içinde hissettiği kuvvetli dürtü ile onu yakından görmeyi arzulayan, iki kelime de olsa bir şeyleri paylaşmak isteyen, romanın her satırında kendi anneannesini anarak kitabı bitiren bir roman okuruyum sadece. Benim için ifade ettiği anlamın onda biri kadar önem taşımayacak biriyim M için. Tanıması ile unutması bir olacak olan biri. Olsun! Hazırlıklıyım ben.

Gözlerini açıyor. Tıpkı tahmin ettiğim gibi berjere bakıyor önce. İyi ki oturmamışım vişne çürüğü berjere.  İyi ki! Elleri yatağın kenarlarını yoklarken, nazarı masanın önünde duran bana ilişiyor. Kaşlarını çatıyor önce sonra ince bir gülümseme beliriyor dudak çizgilerinde. 

Doğrulmaya çalışıyor. Pek de emin olamadan, yardım etmek istiyorum.

Solağım ben. Kuvvetim, iradem, terazim hep sol elimde benim. Uzatıyorum, tutuyor elimi; güçlü, kuvvetli, samimi! Hissedebiliyorum. Yavaşça doğruluyoruz... O ileriye, bense geriye doğru. Gözlerimiz buluşuyor şimdi. 

-Hoş geldin! diyor. 

Rahatlıyorum. Sanki neden geldiğimi, niçin geldiğimi biliyor. Romanının yazıldığını bildiği gibi. Okurunu bekler gibi....

-"Kısa bir dirilme anı. Böcekleri uyandırmadan konuşalım" der gibi. 

Usulca masanın dibindeki sandalyeyi yanı başına çekip oturuyorum. Karanlığın içinde bir fısıltı... M başlıyor önce:

-”Zamanı ören biri var. Yaşlı bir adamım artık, çok uzun zamandan beri yaşlı. Yine de bir çocuğun yüreği gibi korku. Bir zamanlar, kelimelere hükmederdim; şimdi onların oyuncağı oldum”...."Ben bir adayım. Bir harfimi kaybettim çünkü. Harflerle oynamak burada olduğumun göstergesi"...."Madde isteksiz. Süreç yavaş, ağrılı. Birbirine değen etin, kemiğin, damarın ve sinir düğümlerinin acıyarak hayatı hatırlaması".

Susuyor birden. Bilincinin benden kopmasını, bedeninin örtülerin arasında yitmesini istemiyorum. İkimizin de gözlerinde, yılların eklediği derin çizgilere sıkıca tutunan birer damla yaş beliriyor; sessiz bir bağ kuruyor gözbebeklerimiz. Aynı labirentte el ele bulacağız yolumuzu...

-Romanda ilk dikkatimi çeken adı oldu biliyor musunuz? diyerek giriyorum söze. “Nisyan” unutuş demekmiş eski dilde. Oysa ben kelime oyunu sanmıştım. Nisan, isyan, belki Nisan’da isyan, veya bir ihtimal özel isim diye düşünmüştüm. Nasıl da yanılmışım, bilememişim! Her zaman önce araştırmalı insan. 
Sonrasında, kitabın kapağı; Beynin kıvrımları. Belli belirsiz farklı zamanların yaşanmış, ötelenmiş, unutulmuş, yarım kalmış hikayelerin dolandığı bir labirent. 
Romandaki her sayfanın başladığı kelimelerle son bulması; belki de demansın gelgitinde bir sürüklenme. Ve tam çıkışı buldum derken, hatıraların sözcüklerde duvara çarpması. Bir yansıma... Ve bu nedenle hapis. 

-"Kelimeler kafamın içinde parlayıp sönüyor. Küçük ateşböcekleri... Adem yatıştırıyor beni. Baba, diyor. Kendimi hatırlatıyor bana."

Kendi ellerine bakıyor sürekli. Devam ediyor:

-"Kırık bir dal parçası yosunlu zayıf yol yol damarlarımda son canlılık umudu titriyor." "Yazı elden gelmeli. Ellerimden çekildi canım önce. Parmak uçlarım soğuk uzak kıpırtısız.” Roman mı demiştiniz?" 

-Evet! Siz bir yazarsınız. Kitaplarınızda harfleri örüp birbirine önce sözcüklere sonra tümcelere evirmişsiniz. Şimdi ise bir rüyanın içinden seyre dalar gibi, kendi cümlenizi sonlandırmak için ölümün kendi ile bir monolog halindesiniz. Zamanı terse işleyip kendi yasınızı anlamlandırmaya, yaşanmışlıklarınız ve adım adım yaklaşmakta olduğunuz son arasında empati kurmaya çalışan bir kahramansınız. Oysa ölümü kavramaya zaman yok artık. Bunu bildiğiniz için hızlandırmaya çalışıyorsunuz süreci belki de. Unutma korkusu yaşıyorsunuz bir anlamda. Hatırladıklarınızı da unutmadan ölmek istemiyorsunuz. Ya da unuttuklarınızı hatırlayamadan. Ölüme yaklaşırken, her insan gibi sevgiyi hatırlamak istiyor kalbiniz. Ve fark ediyorsunuz ki hayatın bazı patikaları daha kalıcı yer ediniyor akılda. Kaçınılmaz sona yaklaşıp o patikalar belirginleşirken diğer tüm yollar tali, kayıp, uzak, sahipsiz kalıyor.

Fazla mı ileri gittim? diye düşünüyorum. Duraksıyorum bir an için... Ne düşünüyor acaba? Dinliyor mu beni? 

 Neden durdun? der gibi usul usul başını çevirip bana bakıyor bu defa. Bir cesaretle devam ediyorum. 

-Hiç düşündünüz mü M; Henüz daha gençken kaçımız sorguluyor ki ölüm denen o derin uykuyu? Rüyalarımızı bile hayattan süreli kopuş var sayıp, hayatın farklı bir boyutu diye anmamak için değil mi yaşadıklarımızla bağdaştırıp "rüya tabirlerine başvurmamız?  Hangimiz empati kurabiliyor bir hasta ile, gencecik yaşta lösemiye yakalanmış bir yavruyla, bir engelli ile, bir yaşlıyla? Hatta intihara meyilli bir insanla? Kuru bir vicdanın gölgesine sığınıp damlalar akıtıyoruz gözpınarlarımızdan. Yardım eli uzatıyor kimimiz. Acıma duygusu geliştirip, yüreğimizi ferahlatıyoruz. Oysa bir koyabilsek kendimizi o hastanın, o intiharı kurtuluş belleyenin, o engellinin, o yaşlının, o ölecek olanın yerine?... Siz; romanda bunları da sorgulamama neden oldunuz bir nevi. 

Bir kez daha, sustum. Bu soruların cevabını veremez bana çünkü. Her ne kadar karşımda capcanlı oturuyor olsa da; M, yazarının bilincinden akıp sayfalarda can bulan bir roman kahramanı. Ve kelimeleri, kitaptakilerle sınırlı kalabilir ancak. 

-"Sonsuzluk. Bir nokta. Siyah kocaman bir nokta. Bazı şeyleri anladığım anda yok oluyorum...Ben. Siyah bir nokta."Kuruyan bedenimden sıyrılıp çıkacağım anı hayal ediyorum”

 -Beynimizin labirentini oluşturan surların dışında tutulur ölüm hep. Fikri ötelenir, sürgün edilir. Gençken umursamayız. Zaman geri saymaya başlamamıştır daha. Sona yaklaşırken, bugüne kadar uzakta tuttuğumuz ölüm sadece düşüncemizin bir yerini değil ruhumuzu, yaşlanan organları, fire veren bedenimizi, buruşan derimizi, beyazlamış belki de dökülmüş saçlarımızı, kuvvetsiz bacaklarımızı usulca ele geçirir. Şimdi güçlü olan odur. Bize seçenek bırakmaz. Önce yüzleşmemiz sonra kabullenmemiz, kendisi ile barışmamız gerekir. Bize işkence etmemesi için dua etmeye başlar çoğumuz. Tüm bunlar için çok vaktimiz yoktur. Genç ve sağlıklı iken yok saydığımız burnumuzun dibindedir artık. İşte o zaman bedene inat ruh direnç göstermeye başlar. Eskiyi hatırlamaya çalışır. Anıları geri çağırır bellek. Onları daha görkemli kılmak için beynini zorlar. Eklemeler yapar, çarpıtır hatta bazen. Bu, tıpkı aynı resme aynı kişinin farklı perspektiften bakması gibi, yahut yine aynı kişinin aynı resme farklı zamanlarda bakması gibi bir şey.
Derken bireyselliğe, kendimize döneriz. Toplum içinde süregelen hayatında bencil olduğu varsayılır insanın. Oysa başkaları ile başkaları için yaşarız. Esas bireyselliğimiz, bencilliğimiz şimdi başlar. Sadece biraz daha yaşamak isteriz, hiç yaşamamış gibi. Bu defa kendimiz için.  O yüzden anılarımıza uzatmalar ekleriz. Rolümüzü, oyunun bize düşen payını iyi oynadığımızı kendimize kanıtlamak isteriz adeta.

-“En mutlu zamanlarımı hatırlamak istiyorum.” “Unutmadığım tek isim...”

Adem geldi. Onu beklemiyorduk ikimizde. Sözleşmiş gibi susuyoruz. Konuştuğumuzu bilsin istemiyoruz.

Üç yansıma: hayatın üç evresi... Adem! Umarsız mutlu çocukluk, sonuç odaklı aceleci gençlik, hasta ve yaşlı babasını sessizce izleyen yetişkin...

‘Böcekler”! desem Adem'e, anlar mı? Ben gördüm oradalar desem, “yerin altını kazıyorlar” desem... İnanır mı? Aklımızı okumuş, yine de sadece kendi perspektifinden bakıyor gibi kadraja, bir iç çekişle yetinip çıkıyor... Empati kurmakta zorlanıyor gibi geliyor bana. Labirent yoruyor onu, korkuyor belki! Bizimle yürümek istemiyor. Sonucun ne olacağını, daha doğrusu sonun ne olacağını dışarıda beklemek, sonra sadece onu kabul etmek, razı olmak üzere çıkıyor odadan. Boşlukta kayboluyor.

Oysa bence; benim yerime Adem'in kalmasını istiyor kalbi. Bir tek O anlatabilir, hatırlatabilir, güç verebilir ona. Kaybolmasını bir o engelleyebilir. Bir sona çıkışlıysa da bu yol; bir O’nun ışığı, bir O’nun eli ile kabullenebilir bitişi... Ama Adem duramıyor. Gidiyor! Olmasını istemediği, ama engel de olamadığı sonu beklemeye gidiyor.

-“Bedenim bir mezar yeri ağıt ve umut karışımı tek toprak.”

Kıskanılacak, okurunun onun yerinde olmak isteyeceği bir roman kahramanı değil M. Fakat kesinlikle okura farkındalık kazandırabilecek, yaşamı, mutluluğu, ölümü sorgulatabilecek bir kahraman. Hayran kalınıp, belleği tazelemek adına dönüp tekrardan okunacak bir kahraman da değil. Çünkü okurun aklına mutlak kazınacak bir “Nisyan” onunkisi.



                                             *****

Işık gözümü alıyor. Sabah mı olmuş? Boynum, ayaklarım tutulmuş. Vişne çürüğü bir battaniye düşmüş yere. Üşüyorum! Elimde kitabım. Neredeyim?

Evim... Uyuyakalmışım! Bir cümlenin üzerinde ısrarla uyuşmuş parmaklarım. 

“Adımı bilseydim ölebilirdim.”


O.../

Kasım 2013




Yorumlar

Popüler Yayınlar