ODA!
İnsan denen varlığı cansız bir nesneye benzetmek istesek, ne olurdu o sizce? Üzerine uzun uzun düşünmeden, 'aa! olur mu öyle şey' ile geçiştirmeye çalışmadan ne olurdu cevabınız?
Ben bu soruyu kendime ilk sorduğumda 13 yaşındaydım. O zamanlar oturduğumuz evin bana sonradan ayrılan yatak odasında. Sonradan diyorum çünkü 9 yaşıma kadar başka bir odam vardı benim. Daha küçük, dar, uzun bir oda. Kapının tam karşısında iki kanat bir penceresi vardı, sokağa bakardı. Açık mor rengi; lila mı derler ona? -ki tam o renk de değildi sanki- yine iki kanatlı bir gardolabım vardı. Yatağım, minik bir komodinim. Başka bir şey sığmazdı, sığdıramazdınız. Dardı, küçüktü ama benimdi. Severdim o odayı.
Sonra değişti. Başta bahsettiğim o daha büyük, pencereleri kocaman, önünde uzun bir balkonu olan, yan bahçeye bakan odaya geçtim. 13 yaşıma kadar benim olmayan eşyalarla hem de. Olsun, çocuktum pek de umursamadım. Birkaç oyuncak, birkaç bebek, kitaplarım, minik bir kar kürem, pembeli morlu birkaç yastık falan. Bana uydurulmaya çalışılan bir oda. Bu odanın gardolabı büyüktü. Tavana kadar değildi şimdiki ankastre dolaplar gibi, ama üzerinde tavana monte edilmiş bir ray ve ona asılı kahverengi bir perdesi vardı. Gardolapla aynı renk. Perdenin ardında kullanılmayan bir sürü eşya. Odadaki her şey aynı renkte idi; kahverengi. Derken 13 yaşıma geldiğimde, tüm eşyalar komple değişti. Dört kanatlı bir gardolap, bir yatak, bir komodin, kanadı açıldığında yazı masasına dönüşebilen, kapattığında ise kitapları içinde hapseden bir kendinden kitaplıklı yazı masası aldık. Üçgen kesilen şemsiye kumaşlarının sekiz tanesini yan yana birleştirilip, sonra kenarlarından diğer bir sekiz parça ile dikiş makinasında dikmiş, içini doldurmak üzere döşemeciye vermiştik. Böylece bir de yer yastığım olmuştu. Ne çok vakit harcardım o yer yastığında! Eski mobilyalar arasında bir şifonyer vardı. Nedense onu vermeyi uygun görmemişti annem. Eski odadan kalan tek şey oydu. Odada eğreti duran pembe mor gibi renkler yerini maviye bıraktı. 13'ümde belki pembe hayallerden sıyrılıp mavi bir umuda yolculuğu simgeliyordu. Bilmiyorum... Bunu çok sonra düşündüğümde de bulamadım cevabı.
Başa dönecek olursak; "İnsan denen varlığı cansız bir nesneye benzetmek istersek" benim cevabım "oda" olurdu.
İnsan en çok odaya benzer. Kapalıdır, tıpkı insan teni gibi duvarları vardır. Odaya hakim renkler, objeler, iç dünyasını duygularını yansıtır. Eşyalar onun bakış açısını, başkalarına göstermek isteyip istemediklerini temsil eder. Penceresi vardır odanın. İster dışarı açılır, ister sıkı sıkı kapatır, görmez, göstermez. Kapısı keza öyle; güvenir içeri alır, inanmazsa kapıyı bile açmaz kimseye. Her şey o odanın içinde olup biter. O odada yaşanır. Kimimiz; şeffaf kılar duvarları, ruhunu yansıtır dışarı, diğer odalar da görsün, bilsin ister. Kimimiz; bulduğu en kalın malzemeden sıvar duvarlarını, en kalın perdeyi seçer. Kendi elindedir Güneş'i, Ay'ı içeri almak. Perdeyi ister aralar, ister sıkı sıkıya örter. Kimi, perde takmaya bile gerek duymaz. Kapıyı kilit takmadan kullananımız çok azsa da, kimimizin odasına "ben geldim" nidası ile dalarsınız rahatlıkla. Kimimizinkine bayağı bir tıklamak gerekir eşik ağzında. Açar ya da hiç açmaz kapıyı. Seçtiğimiz yer döşemesi; bırakmak istediğimiz etkidir belki. Kimi, sert ama sıcak parke bir zemin, kimi; soğuk bir seramik, kimi; yumuşak bir halı seçer. Kiminde; odanın yarısında parke hakimken, yarısında halı vardır. İnişli çıkışlı ruh halini belirler sessizce. Eskiliği ve yeniliği bile seçtiğiniz halının, dün ve bugününüze verdiğiniz değer gibidir.
Kısaca; Her birimiz ayrı birer oda. Duvarlar bedenimiz. Her birimiz kendi penceresinden olduğu kadar, bir diğerinin camından da bakabilse dünyaya, hayata, evrene, yıldızlara, her şey çok farklı olurdu. En dışa dönük olanımız bile kendi dört duvarının içinde hapsolmuş vaziyette. Sadece kendi doğrumuzu, kendi bakış açımızı, kendi duygumuzu doğru kabul ettiğimiz sürece de bu değişmeyecek. Bazılarımız, an geliyor o kadar küçülüyor, öyle zayıf kalıyoruz ki, kayboluyoruz o dört duvar odanın içinde. Bazen öyle büyük ki acımız, sıkıntımız, kocaman oda bile mercimek tanesi oluveriyor gözümüzde. Ruhumuz taşıyor, sığmıyor içine. Odanın yegane penceresine uzatıyoruz iki kolumuzu. Sonuna kadar açıp camı, hava aldırıyoruz odaya. Bir nebze nefes niyetine!
Oysa ne yaparsak yapalım, nasıl olursak olalım, duvar içten aşınıyor. Anlıyor muyuz?
Ferah, aydınlık odaları da, biz oluşturabiliriz yine. Sadece biz. Biliyor muyuz?
O.../
Ben bu soruyu kendime ilk sorduğumda 13 yaşındaydım. O zamanlar oturduğumuz evin bana sonradan ayrılan yatak odasında. Sonradan diyorum çünkü 9 yaşıma kadar başka bir odam vardı benim. Daha küçük, dar, uzun bir oda. Kapının tam karşısında iki kanat bir penceresi vardı, sokağa bakardı. Açık mor rengi; lila mı derler ona? -ki tam o renk de değildi sanki- yine iki kanatlı bir gardolabım vardı. Yatağım, minik bir komodinim. Başka bir şey sığmazdı, sığdıramazdınız. Dardı, küçüktü ama benimdi. Severdim o odayı.
Sonra değişti. Başta bahsettiğim o daha büyük, pencereleri kocaman, önünde uzun bir balkonu olan, yan bahçeye bakan odaya geçtim. 13 yaşıma kadar benim olmayan eşyalarla hem de. Olsun, çocuktum pek de umursamadım. Birkaç oyuncak, birkaç bebek, kitaplarım, minik bir kar kürem, pembeli morlu birkaç yastık falan. Bana uydurulmaya çalışılan bir oda. Bu odanın gardolabı büyüktü. Tavana kadar değildi şimdiki ankastre dolaplar gibi, ama üzerinde tavana monte edilmiş bir ray ve ona asılı kahverengi bir perdesi vardı. Gardolapla aynı renk. Perdenin ardında kullanılmayan bir sürü eşya. Odadaki her şey aynı renkte idi; kahverengi. Derken 13 yaşıma geldiğimde, tüm eşyalar komple değişti. Dört kanatlı bir gardolap, bir yatak, bir komodin, kanadı açıldığında yazı masasına dönüşebilen, kapattığında ise kitapları içinde hapseden bir kendinden kitaplıklı yazı masası aldık. Üçgen kesilen şemsiye kumaşlarının sekiz tanesini yan yana birleştirilip, sonra kenarlarından diğer bir sekiz parça ile dikiş makinasında dikmiş, içini doldurmak üzere döşemeciye vermiştik. Böylece bir de yer yastığım olmuştu. Ne çok vakit harcardım o yer yastığında! Eski mobilyalar arasında bir şifonyer vardı. Nedense onu vermeyi uygun görmemişti annem. Eski odadan kalan tek şey oydu. Odada eğreti duran pembe mor gibi renkler yerini maviye bıraktı. 13'ümde belki pembe hayallerden sıyrılıp mavi bir umuda yolculuğu simgeliyordu. Bilmiyorum... Bunu çok sonra düşündüğümde de bulamadım cevabı.
Başa dönecek olursak; "İnsan denen varlığı cansız bir nesneye benzetmek istersek" benim cevabım "oda" olurdu.
İnsan en çok odaya benzer. Kapalıdır, tıpkı insan teni gibi duvarları vardır. Odaya hakim renkler, objeler, iç dünyasını duygularını yansıtır. Eşyalar onun bakış açısını, başkalarına göstermek isteyip istemediklerini temsil eder. Penceresi vardır odanın. İster dışarı açılır, ister sıkı sıkı kapatır, görmez, göstermez. Kapısı keza öyle; güvenir içeri alır, inanmazsa kapıyı bile açmaz kimseye. Her şey o odanın içinde olup biter. O odada yaşanır. Kimimiz; şeffaf kılar duvarları, ruhunu yansıtır dışarı, diğer odalar da görsün, bilsin ister. Kimimiz; bulduğu en kalın malzemeden sıvar duvarlarını, en kalın perdeyi seçer. Kendi elindedir Güneş'i, Ay'ı içeri almak. Perdeyi ister aralar, ister sıkı sıkıya örter. Kimi, perde takmaya bile gerek duymaz. Kapıyı kilit takmadan kullananımız çok azsa da, kimimizin odasına "ben geldim" nidası ile dalarsınız rahatlıkla. Kimimizinkine bayağı bir tıklamak gerekir eşik ağzında. Açar ya da hiç açmaz kapıyı. Seçtiğimiz yer döşemesi; bırakmak istediğimiz etkidir belki. Kimi, sert ama sıcak parke bir zemin, kimi; soğuk bir seramik, kimi; yumuşak bir halı seçer. Kiminde; odanın yarısında parke hakimken, yarısında halı vardır. İnişli çıkışlı ruh halini belirler sessizce. Eskiliği ve yeniliği bile seçtiğiniz halının, dün ve bugününüze verdiğiniz değer gibidir.
Kısaca; Her birimiz ayrı birer oda. Duvarlar bedenimiz. Her birimiz kendi penceresinden olduğu kadar, bir diğerinin camından da bakabilse dünyaya, hayata, evrene, yıldızlara, her şey çok farklı olurdu. En dışa dönük olanımız bile kendi dört duvarının içinde hapsolmuş vaziyette. Sadece kendi doğrumuzu, kendi bakış açımızı, kendi duygumuzu doğru kabul ettiğimiz sürece de bu değişmeyecek. Bazılarımız, an geliyor o kadar küçülüyor, öyle zayıf kalıyoruz ki, kayboluyoruz o dört duvar odanın içinde. Bazen öyle büyük ki acımız, sıkıntımız, kocaman oda bile mercimek tanesi oluveriyor gözümüzde. Ruhumuz taşıyor, sığmıyor içine. Odanın yegane penceresine uzatıyoruz iki kolumuzu. Sonuna kadar açıp camı, hava aldırıyoruz odaya. Bir nebze nefes niyetine!
Oysa ne yaparsak yapalım, nasıl olursak olalım, duvar içten aşınıyor. Anlıyor muyuz?
Ferah, aydınlık odaları da, biz oluşturabiliriz yine. Sadece biz. Biliyor muyuz?
O.../
Yorumlar
Yorum Gönder