İSTANBUL, İSTANBUL... BURHAN SÖNMEZ
Ölçünün insan değil, acı olduğu bir roman okudum ben. Ve çok sevdim.
"Aslında uzun hikâye, ama ben kısa anlatacağım,"
"Kalbi yansıtan söz en büyük mucizedir!"
Berber Kamo 3. Gün, Duvar bölümünde bu cümle ile ayna tutar bize. Öyle bir hikâye var ki bu bölümde bir defa değil on defa okusa insan, hala "gerçeği isteyen, ama gerçeği anlamayacak" insanlar bulabilirdi.
Hangi kahramanı seçerseniz bir anlamda onun hayata bakışını, yargı ve önyargısını da benimsersiniz. Mutlak ve mulâk kendinizden bir şey bulursunuz çünkü. Kime inanırsanız hikâyesine de inanırsınız. Demirtay'ın da dediği gibi, hikâye; geçmişte yaşanan ve söze dökülen şeyin bugün anlatılması değil miydi? O zaman kim hikâyelere yalan diyebilirdi ki? Romancının, öykücünün, şairin, ressamın da yaptığı bu değil miydi? Kurguya inandırmak. Her kurgu geçmişimizde iz bırakmış bir noktadan yola çıkılan hedefteki yer değil miydi? Düşlerimiz, yapmak istediklerimiz yalan mıydı?
"Cehennem, acı çektiğimiz yer değil,
Gençken; ara ara dışardaki dünya ve insanlar yok, hepsi benim hayal gücüm, ben düşününce var olup, camdan baktığımda; park eden arabalar, kaldırımda yürüyen kadın, dükkanının önünde çayını yudumlayan bakkal amca siluetinde hayat buluyorlar sanırdım. Aslında böyle düşünenler vardır ama insan hep kendini tek zanneder ya, öyle! Bu fikre son kez 24 yaşında annemi kaybettiğim günün gecesinde kapıldım. Ve tabii ki "The Truman Show" filmini izlediğimde bir kez daha bu düşüncenin kıyısında buldum kendimi.
Çocukken; trafik lambalarının altında yaşayan, ışığı kontrol eden ufak tefek insanların varlığına da inanırdım. Israrla kırmızıda bekletirlerdi beni. Sonra geçti. Hayal kurmak değildi geçen. O hep aynı kaldı. Hayaller hikâyelere evrildi sadece.
Ufak tefek insanlar; trafik lambalarını bir merkezden toplu halde yöneten bilgisayarlara devrettiler işlerini. Arabalarını park edenler, kaldırımda ağır aksak evine yürüyen kadın, dükkanının önünde çayını soğutmadan içmeye çalışan bakkal amca ise; "bizim algımızda da sen, ancak biz düşününce vardın" dediler. Böylece gerçekte hepimiz birbirimizin varlığını kanıksadık, ya da aynı hayalin başka bir ucundan tutup içinde kaybolduğumuz bir hikâyeye mahkum edildik . Geçti!
Ufak tefek insanlar; trafik lambalarını bir merkezden toplu halde yöneten bilgisayarlara devrettiler işlerini. Arabalarını park edenler, kaldırımda ağır aksak evine yürüyen kadın, dükkanının önünde çayını soğutmadan içmeye çalışan bakkal amca ise; "bizim algımızda da sen, ancak biz düşününce vardın" dediler. Böylece gerçekte hepimiz birbirimizin varlığını kanıksadık, ya da aynı hayalin başka bir ucundan tutup içinde kaybolduğumuz bir hikâyeye mahkum edildik . Geçti!
Burhan Sönmez'in "İstanbul, İstanbul" romanını okuyana kadar uzun yıllar bunları bir daha hiç düşünmedim.
Romanında zamanı ileriye akan yatay durumundan sıyırıp, "ateşten suya geçer gibi... bir zamandan başka bir zamana... üstelik bu iki ayrı dünya iç içe dururken", dikey kurguluyor Sönmez.
Romanında zamanı ileriye akan yatay durumundan sıyırıp, "ateşten suya geçer gibi... bir zamandan başka bir zamana... üstelik bu iki ayrı dünya iç içe dururken", dikey kurguluyor Sönmez.
"Acının kıyısında zaman başka türlü aktığı için", Öğrenci Demirtay, Doktor, Küheylan Dayı ve Berber Kamo "dışarı çıkmaya gerek duymadan dünyayı içeri alıyor, zamanla birlikte mekanı da" aşarak, yerin üç kat altındaki ufak, karanlık, soğuk bir hücrede on gün boyunca hikâyeler anlatıp umuda sığınıyorlar. Koridorun karşısında başka bir hücrede ise seçilmiş suskunluğun sesi; Zinê Sevda... Kadın olmanın, olabilmenin tüm anlamları yüklü onda.
İnsanı derinden sarsan ironik bir yanı var "İstanbul, İstanbul"'un. İki yüz yirmi yedi sayfada mürekkeple hayat bulan tüm hikâyelerin, hayallerin baş kahramanıdır İstanbul. "Mış gibi", üstü kapalı anlatır yazar onu bize ve "mıh gibi" yerleşir zihnimize. İnsanı anlatırmış gibi, şehri anlatır. Yer altını tasvir edermiş gibi, yeryüzünü betimler. Aşkı anlatır. "Mış gibi" yapmadan bu defa. Ölümü anlatır, sevdanın ve umudun kıyısında. Yeraltından yer üstüne bakıp en çok da kavruk acıyı, işkenceyi anlatır bize. Ve öyle bir anlatır ki işkencenin hiç bir detayı yer almazken romanda, yoğunluğunu hissedersiniz bedeninizde.
"Acının paylaşılmadığını aklınla bilmek başka, bedeninle öğrenmek başkaydı ... Kendine inanmak ile kendini kaybetmek arasında ince bir çizgi vardı... Zaman uzamak yerine derinleşirdi acıda." der Doktor, 2. Gün'ü anlatırken.
Gerçek hayâle, hayâl de gerçeğe dikey çizgide minicik bir delikten yol bulur sayfalar boyunca. Böylece kum saati kendi minik zerrelerini aşağıya akıttığı aralıktan geçit verir ışığa. Aşk da, ölüm de, umut da sınırda yaşar bu romanda.
"Bir kenti tanımak üç gün, bilmek ise üç kuşak alırmış. Tanımak ile bilmek arasındaki kalın surları aşmak zaman isterdi, anlık iş değildi."
İnsan da öyle değil miydi? Kaç gün alırdı bir insanı tanımak? Ya da duvarı aşıp ruhuna dokunmak, "bildim" diyebilmek kaç yıl alırdı?
"Acının paylaşılmadığını aklınla bilmek başka, bedeninle öğrenmek başkaydı ... Kendine inanmak ile kendini kaybetmek arasında ince bir çizgi vardı... Zaman uzamak yerine derinleşirdi acıda." der Doktor, 2. Gün'ü anlatırken.
Gerçek hayâle, hayâl de gerçeğe dikey çizgide minicik bir delikten yol bulur sayfalar boyunca. Böylece kum saati kendi minik zerrelerini aşağıya akıttığı aralıktan geçit verir ışığa. Aşk da, ölüm de, umut da sınırda yaşar bu romanda.
"Bir kenti tanımak üç gün, bilmek ise üç kuşak alırmış. Tanımak ile bilmek arasındaki kalın surları aşmak zaman isterdi, anlık iş değildi."
İnsan da öyle değil miydi? Kaç gün alırdı bir insanı tanımak? Ya da duvarı aşıp ruhuna dokunmak, "bildim" diyebilmek kaç yıl alırdı?
Peki ya şehri tanımak? Mehtap altında bin bir ışık huzmesi altında salınan Boğaz Köprüsü'ne aşkla bakıp aynı köprünün bir başkasına kendini soğuk suya bırakan oğlunu hatırlattığını unuturuz... Fener, Samatya, Balat gibi semtlerin, dar ve taşlı yollarında yürür tarihi fotoğraflarız. Diğer yandan aynı duygusallığı orada kendini var etmeye çalışan insana göstermez kendimizi onun dünyasından soyutlarız. Fakirliği bir çocuğun yüzünde, giyidiği kıyafette yakalar bir fotoğraf karesine hapsederken onun gülümsemesini çalanlardan biri olduğumuzu göz ardı ederiz.
Aydınlık sokaklar güzeldir. Korkusuzca dolanır insan oralarda. Umarsızlık! Kabulleniş! Herkesi ve herşeyi inceden bir alaya alma hali... Sözcüğün anlamına yaraşır bir kayıtsızlıkla yüzeyde yaşamaya başlar insan. Derine inmekten uzak, gölgeden korkak olur sonra.. "Işığın sadece dış yüzü gösterdiğini, bizi içe bakmaktan alıkoyduğunu" unutur.
Peki arka sokaklar? İnsanın da arka, karanlık sokakları yok muydu? "Bildim", diyen derine inip kendi karanlığıyla bile yüzleşmekten korkarken sendeki karanlığı bilse, yine de sırf sen ve senden bir parça olduğu için gölgene aşkla sığınır mıydı? Kaçı kabul ederdi, kaçı severdi yüzeydeki yapaylıktan sıyrılmış gerçekliğini? Herkes bizi olduğumuz gibi görebilir miydi? Bazen bir insanın ruhunu tanımak, kendi kalbini çıkarıp öylece onun eline vermek değil miydi? Tam da öyleydi! Cesaret en çok aşkta vardı, bir de ölümde... Annem öyle söylerdi!
"Kalbi yansıtan söz en büyük mucizedir!"
Berber Kamo 3. Gün, Duvar bölümünde bu cümle ile ayna tutar bize. Öyle bir hikâye var ki bu bölümde bir defa değil on defa okusa insan, hala "gerçeği isteyen, ama gerçeği anlamayacak" insanlar bulabilirdi.
Hangi kahramanı seçerseniz bir anlamda onun hayata bakışını, yargı ve önyargısını da benimsersiniz. Mutlak ve mulâk kendinizden bir şey bulursunuz çünkü. Kime inanırsanız hikâyesine de inanırsınız. Demirtay'ın da dediği gibi, hikâye; geçmişte yaşanan ve söze dökülen şeyin bugün anlatılması değil miydi? O zaman kim hikâyelere yalan diyebilirdi ki? Romancının, öykücünün, şairin, ressamın da yaptığı bu değil miydi? Kurguya inandırmak. Her kurgu geçmişimizde iz bırakmış bir noktadan yola çıkılan hedefteki yer değil miydi? Düşlerimiz, yapmak istediklerimiz yalan mıydı?
Ya da kim bilir, tıpkı benim gibi her kahramandan ve hikâyesinden pay biçersiniz siz de kendinize belki. Demirtay gibi genç ve geleceğe umutla bakmışlığım, "kısa anlatacağım" dediğim çoğu şeyi de uzun uzun anlatmışlığım var benim. Kamo gibi genç yaşta kayıplar vermişliğim, aşık olmuşluğum. Küheylan Dayı'nın babasının kendisine anlattığı gibi, anneannemin anlattığı hikâyelerim, hayat derslerim. Hayâller kurup onları kafamın içinde yaşayıp gerçeğe taşıma sevdam var benim. Doktor'un baba kimliği gibi anne kimliğim de var benim. Ve pek tabii ki Zinê Sevda gibi kadınca susmuşluğum. İçimde isyankâr çığlığa dönüşmüş çok sesli ruh vakitlerim.
"Yeni bir Tanrı gerekiyorsa, insandan başka aday yoktu buna. Kudreti arttıkça kendi gölgesi büyüdü ve gölgesine baktıkça iyiliği de unuttu. Ne yaptığının farkında değildi. İyiliğin yerine doğruyu, doğrunun yerine kâr-zarar hesabını koydu. İlk ateşin, ilk sözün ve ilk öpüşün anılarını belleğinden sildi. Geriye bir tek acı kaldı, insana iyiliği anımsatan."
Ölçünün insan değil acı olduğu bir roman okudum ben. Ve çok sevdim.
İşkencecinin de "insan" olduğunu biliriz değil mi? Ona baktıkça da insanlıktan utanırız, aklımız hayâlimiz almaz hani... Oysa herkes en az bir defa kendi kudretinin yettiği ölçüde çoğunlukla da kendinden zayıf gördüğü başka bir insanda deneyimler kötülüğü. Minik bir kıvılcım yeter bazen. En basit değişle kendi damarına basıldığı zamanın her hangi bir döneminde. Günümüzün onay görmüş kelimelerinden değil midir "tahrik". O yüzden saf kötülüğün çokça nefes aldığı dünyada insan kalabilmek, insan üstü bir şeydir aslında.
Şöyle der Küheylan Dayı 7. Gün, Köstekli Saat bölümünde;
"Unutmak sayesinde acılara dayanıyor, ama şimdiki ânı da unuttuklarını fark etmiyorlardı... İnsanlar bugünkü İstanbul'u sevseler de ona şefkat duymuyorlardı. Şefkatsiz sevgi onları bencilleştiriyordu. Çok sevdiği halde sevdiğine zulmeden âşıklar gibi kendilerindeki eksiği bilmiyorlardı... Onlara İstanbul'u anlatıyorum, anlamıyorlar. Gösteriyorum, görmüyorlar. Acıya yenileyim, bağlanmaktan vazgeçeyim istiyorlar. Hem kendime hem de İstanbul'a inancımı yitireyim ve onlara benzeyeyim istiyorlar. Ruhum onların ruhuna benzesin diye bedenimi parçalıyorlar. Bu kente inancımın daha da güçlendiğini fark etmiyorlar."
Doktor'un kendini mutsuz sandığı ânın, aslında mutlu olduğu ân olduğunu kavradığı sayfalar bir kez daha hafızamın gerisine, eskiye taşır beni. "Beden acısının, ruhundaki ağrıyı hafifletmesini umduğu gibi" der Doktor işkence odasına götürülen Kamo için. Ve aklıma ağrı kesiciye dahi alerjisi olan annemin, kemoterapi sonrası beyninin içindeki uğultuyu dindirmek için bir deri bir kemik kalmış elinin yüzeyini çamaşır mandalına sıkıştırıp oradaki acıya yoğunlaştığı ve bir nebze de olsa unutmanın mutluluk verdiğini söylediği vakitler gelir.
Acı çekmekten çok kimselere duyuramamak, acının kendisinden çok daha ağırdır. Ve gerçek acı, bilinenin aksine; paylaşılamaz.
Acı çekmekten çok kimselere duyuramamak, acının kendisinden çok daha ağırdır. Ve gerçek acı, bilinenin aksine; paylaşılamaz.
Ölçünün insan değil, acı olduğu bir roman okudum ben. Ve çok sevdim.
"Cehennem, acı çektiğimiz yer değil,
acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir."
-Hallac-ı Mansur
O.../
İstanbul İstanbul yazısı bazı bölümleri kısaltılarak, bazı bölümleri inceleme adına genişletilerek neokuyorum.org edebiyat sitesinde yayımlanmıştır. Kaynak belirtmeden kullanılamaz.
Burhan Sönmez. İstanbul İstanbul, İletişim Yayınları, 2015
İstanbul İstanbul yazısı bazı bölümleri kısaltılarak, bazı bölümleri inceleme adına genişletilerek neokuyorum.org edebiyat sitesinde yayımlanmıştır. Kaynak belirtmeden kullanılamaz.
Burhan Sönmez. İstanbul İstanbul, İletişim Yayınları, 2015
Yorumlar
Yorum Gönder