KAR!
Uzun zamandır her sabah aynı saatte açıyor gözlerini. Beyaz tavanla göz göze gelip öylece bakışıyorlar. Bir şeyler söylemek istiyor. Cümlelere dökmek istediği onca şey geçiyor aklından. Duvarlara çarpa çarpa çıkış arayan kelimeler ağzına doluyor. Orada birikiyor. Yutkunamıyor. Bir zamanlar uzun kurduğu tüm cümleler her gün biraz daha kısalıyor. Yavaş yavaş bir ya da iki kelime ile sınırlı kalmaya başlıyor. Kendi de onlarla birlikte azalıyor. Derken biri beyninin kıvrımlarına sızıp ana şalteri kapatmış gibi oluveriyor, hareket edemiyor. Sessizlik yerleşiyor. Dilin yetmediği, sözün ağızdan dökülemediği anda kolları ayakları hareket etsin istiyor. Yapamıyor. Sadece seyrediyor. Yığılıveriyor. Saat sabah, altıyı on geçiyor.
Her uyandığında, gözünü her açışında, beyninin duvarına çivilenmiş aynı sahne tavanın geniş beyazlığında tekrarlanıyor. Öyle içselleştirmiş ki hatırlamayı zihni, unutma komutu bile veremiyor. Sahnenin perdesini çeker gibi göz kapaklarını indiriyor sonra ağır ağır. Kalkıyor yataktan. Her şey yerinde sayıyor. Hissiz, duygusuz! Tıkır tıkır işliyor. Öyle bir işleyiş ki bu; kendi somut varlığı bir şey katmadığı gibi, her gününü biraz daha eksiltiyor. Biliyor! Ruhunu askıya asalı çok olmuş. Ruhu da ilişmiyor ona artık, kendi haline bırakmış. Ait olduğu yeri bildiği gibi geri yerleşeceği zamanı da biliyor. Bekliyor!
Kaloriferleri yediden önce yakmıyor apartman görevlisi. Üşüyor! Mutfağa geçiyor. Kahve suyu koyuyor. Sanki daha hızlı kaynayacakmış gibi gözünü ayırmadan başında bekliyor. Beklerken bir şarkı açıyor. Şarkının süresi kahvenin kaynama süresine göre ayarlanmış sanki. İkisi de aynı anda susuyor. Bir kaşık kahve, iki kahverengi küp şeker, su, biraz süt. Kahveyi değil ama belki şekeri bıraksam iyi olacak diye geçiriyor aklından. Tek yapabildiği üçten ikiye indirebilmek oldu bugüne kadar. Bire indirmeye cesaret edemiyor. Yoğun kahve tadını bu kadar bastırmana inanamıyorum, diyor arkadaşları. 'Yoğun kahve tadı', ne demekse! Hayatın anlamını kahvenin yoğunluğu tamamlayacak sanki!; denge! Damak tadının, tek kelimeye sıkışma hali; yoğun! Söylerken bile ağzı doluyor insanın.
Kahvesini alıp, pencerenin önüne geçiyor. Kar! Her yer bembeyaz. Ruhuna tezat bir kıyafet sunmuş ona doğa bu sabah. Huzuru anımsatıyor. Fırtına sonrası... yok "sessizlik" demek istemiyor buna. Klişe geliyor. Öyle bir sessizlik de yok ayrıca. Düşünmeyi, hissetmeyi, hatırlamayı ve buna benzen bir sürü kimyalı kimyasız şeyi bitiremediği sürece insan, sessizlik diye bir olgudan da bahsedemez ona göre. Dingin?... Evet, belki! Güzel ve daha uygun bir kelime.
Dışarıda üç, dört kişi var yok. Sokak boş. İşlerine gidecek olanların uyanmış olması lazım. Hazırlanıyorlar, ya da karı görüp, işe gidip gitmeme tereddütü yaşıyorlar. Çocuklar ise rahat. Biraz vakit geçsin oynamaya çıkacaklar. Neşeli çocuk sesleri, karın rüzgarla birleşmesi ile oluşan uğultuyu az da olsa bastıracak. Kar, çocukların ayak seslerini kabul edecek gövdesinde. Sonra o gövdeyi sunup kardan adam yapmalarını seyredecek.
Vakit yaklaşıyor. Hazırlanıp çıkması lazım. Önce lavaboya, sonra yatak odasına geçiyor. Dolabını açıyor. Eli beyaz etek, beyaz opak çorap ve kırmızı gömleğine gidiyor. Eline karşı gelmiyor, seçtiklerini geçiriyor üzerine. Saçlarını at kuyruğu yapıp tepede topluyor. Ellerine krem sürüyor. Yalnız dış tarafına. Avucunun içinde yapış yapış krem hissinden nefret ediyor. Son olarak şemsiyesini alıyor dolaptan. Kırmızı! Botlarını giyip siyah olan paltosunu sırtına geçiriyor. Kapıyı çekip, evi arkasında bırakıyor.
Apartmanın kapısında durup derin bir nefes çekiyor. Mis gibi hava, iyi geliyor. Şemsiyesini açıp, rüzgara karşı minik bir dirençle başını hafif öne eğip, karın üzerinde izini bırakarak ara ara hızlanan, ara ara yavaşlayan adımlarla ilerliyor. Varması gerektiği yere ulaştığında duracak. Bunu kaç zamandır yaptığını sayıyor. Günleri sayıyor.
Önceden çevredeki insanları umursardı. Rutinini anlasınlar, anlamsız meraklarını ve gereksiz bakışlarını üzerine çevirsinler istemezdi. Kimseye fark ettirmeden sadece adımlarını yavaşlatır, o noktadan geçiş süresini mümkün olduğunca uzatırdı. Zamanla çevredeki herkes, kapıdaki görevli dahil sessizce ortak oldu bu ziyaretlere. Tek kelime etmeden, bir kere bile sormadan. Anlıyacak gibi olmanın, ya da en azından öyle görünmenin yarattığı saygılı bir sus hali.
"Yaşamın kendisi kusurludur"! Kusursuzum, diyebilecek tek canlı yoktur şu hayatta. Bunu diyebilen biri varsa şayet, kusursuz olduğuna inanıyor olmanın da, bir kusur olduğunun farkına varmadığı için kusurluydu onun gözünde. Zaten marifet kusurlu olanı sevebilmekti. Değil miydi? Çünkü o da seni kusurun ile sevecekti... Kelime oyunlarına fazla takıyor bu aralar. Sonuç alacakmış, ya da cevap bulacakmış gibi. Azaltmalı bunları da, tıpkı şekeri azalttığı gibi.
Eve nasıl ve ne ara döndüğünün ayırdına varmıyor yine. Daire kapısının önünde buluyor kendini. Cebinden o çok sevdiği gümüş renkli ortaçağ çan kulesi anahtarlığı çıkartıp kilidi açıyor. Dışarıya kapattığı her kapı, biraz daha kendi derinine doğru yol almasını sağlıyor. Çekirdeğe ne kadar çok yaklaşırsa içindekini de o kadar canlı tutabiliyor.
Ellerini arkasına kavuşturup yaslandığı kapı, sabahki tavan görevini görüyor. Gözlerini kapatıyor bu defa. Üzerinde siyah bir palto, elinde siyah bir şemsiye, tıpkı kendisi gibi, rüzgara karşı bir dirençle başını hafif öne eğmiş bir silüet beliriyor kapanmış göz kapaklarının karanlığında. Karanlık aydınlanıyor. Kar! Göğüs kafesinde anlam veremediği bir kıpırtı, bir dalgalanma. Gözlerini açıyor. Kelimeyi bulamıyor, ama bunun bir adı var biliyor. Tıpkı anahtarlığındaki çan kulesi gibi, çok eski bir zamandan gelmiş, ya da hep varmış, hiç gitmemiş bir sonsuzluk hissi. Bulamıyor! O tek, belki de herşeyi değiştirecek olan sözcüğü yine bulamıyor!
Kapıyı açıp dışarı fırlıyor. Merdivenlerin yarısında paltosunu çıkartıp askıya asmış olduğunu anımsıyor. Uzun süredir aynı askıda asılı olan ruhunun, bedeninin merkezindeki boşluğa geri dönüp, ait olduğu yere yerleştiğini hissediyor. Eli istemsiz göğüs kafesine kayıyor. Orda! ... Geniş bir gülümseme kaplıyor yüzünü. Kar devam ediyor. Şemsiyesi sol elinde duruyor hala onu fark ediyor. Açıyor. Palto ile bile üşümüşken bir saat önce, şu an soğuk yanından bile geçmiyor. Gözleri kısılıyor. Mesafeyi kısaltması lazım. Koşuyor. Sokak kalabalıklaşıyor sanki. Her şeye bir canlılık yerleşiyor. Yutkunabildiğini hissediyor. Kelimeler ağzında birikmiyor, boğazına düğümlenmiyor bu defa. Ne tuhaf! Onlara ihtiyacı da yok artık. Gözleri, elleri onu ele veriyor. Şemsiyesi sol elinden yer çekimine yenik düşüyor...
******
Sosyal Medya araçlarından birinde, yoğun bir gündemin ardından biraz mola niyetine ard arda paylaştığım üç kar fotoğrafından doğdu bu hikâye. Değer verdiğim bir arkadaşın, bizzat kendi çekmiş olduğu, karda şemsiye ile yürüyen adamın fotoğrafını, "bu da benden" yazarak benimle paylaşması üzerine "güzel hikâye çıkar" cümlesinde birleştik. Kendimce bir kurgu yazmaya çalıştım ben de. Laf aramızda çektiği tüm fotoğraflara bayıldığım bu arkadaş, benden çok daha iyisini yazardı. Neyse! Bir fotoğraftan hatta peş peşe sıralanmış bu 4 fotoğraftan nice öykücükler çıkartabilir insan. Adamın penceresinden bakıp çok başka şeyler yazılabilirdi mesela. Ben kadının perspektifinden ve böyle bir açıdan bakmayı tercih ettim bu defa. Bir nevi karın ve algının resim üstü hikâyesi olsun istedim.
Yorumlar
Yorum Gönder