SANA, BENİ ASLA TANIMAMIŞ OLAN SANA;
Bir nevi karşılıklılık
ilkesine dayandırılarak izahının arandığı, ‘verdiğim kadarını almalıyım hatta
mümkünse fazlasını’ mantığının galip geldiği, ‘ben’in her iki taraf için de ‘sen’den önce ve
daha çok anlam bulduğu, beklentilerin karşılanmadığı durumlarda da rahatlıkla ‘bitti’
diyerek kolayca kestirip atılabilen ve buna rağmen bu duyguyu ironik bir
şekilde, bizi her anlamda yükselten o eşsiz his ‘aşk’ ile ilişkilendirebilen günümüz
modern insanının, mutlak okuması gerektiğini düşündüğüm bir uzun hikayeden
bahsetmek istiyorum.
Üzerinde, “Sana, beni asla
tanımamış olan sana.” yazılı bir zarf ve kendi iradesi ile bilinmeyen kalmayı
tercih eden kadının, hayatı boyunca tutkuyla sevdiği tek adama yazdığı uzun
mektubu okuruz.
Baştan sona bilinmeyen olarak
kalmak kendi tercihi olsa da, mektubun sayfalarına dokunup kelimelerin içimize
işlemesine izin verdikçe; hayatını adadığı adama herhangi bir sorumluluk yüklememek
adına tüm zorlukları tek başına üstlenmiş, sadece bir kereliğine ruhundaki bastırılamayan
çığlığı duyurma isteği ile mektup yazmayı seçmiş kadının, aslında yaşamı
boyunca tek arzusunun onun tarafından tanınmak, hatırlanmak olduğunu da net bir
şekilde görürüz. Sevdiği adam ise onu hiç bir zaman tanımamış, anımsamamış,
kadının hayatına yön, anlam, acı ile mutluluğu iç içe sunan payını hiçbir zaman
bilmemiştir.
Kadın bunu asla fedakarlık
olarak görmez. Asla hiçbir şey için sevdiği adamı suçlamaz ve suçlamadığını da
mektup boyunca defalarca dile getirir. Kadının tüm dünyası sevdiği adamla
ilintili olduğu sürece anlam kazanıyordur. Her anıyı, bir tiyatro oyunu oynar
gibi, her saniyesini sayısız defa kendine tekrarlayacak kadar, uyanıkken ve
uyurken rüyalarında yaşatır. Asla bir beklenti içinde değildir. Hatta bunu ima
edebilecek, bu hissi yaratabilecek her türlü şeyi bertaraf etmek için elinden
geleni yapar. Ve öyle kuvvetli bir bağdır ki içindeki asla pişmanlık duymaz.
Defalarca aynı durumda kalsa, aynı şekilde davranacağını, hatta ölüm döşeğinde
bile olsa, sırf onun çağırıyor olma ihtimali için dahi kalkıp yanına gidebileceğini
söyler mektubun bir noktasında. Sonsuzluğun bir tarifi varsa kadın için, sadece
sevdiği adamda anlam bulur.
Bir insanı; olduğu gibi, değiştirmeye, kendine uydurmaya
çalışmadan, o kim ise, o olarak seviyor olmanın en güzel örneğini sunar. Onu
kısacık bir an için bile olsa görebilme, nefesini hissedebilme, sesini
duyabilme olasılığı kadının hayata tutunduğu iptir.
Asırlar boyunca her anlamda
önemini ve değerini kaybetmeyen mektup; -yazının
bir kendini iyileştirme yöntemi sunuyor olmasından kaynaklı belki de- olayların
örgüsü içinde, zamanın yüzeyi yararak kendi derinine kazıdığı çentikleri,
benliğinin mutlak yangınını anlatmasına el veren dost görevi görür kadın için
adeta. Ve yine kendi ifadesi ile mektubunu ithaf ettiği aşkı, okuyup
bitirdikten sonra bile ancak “sezebilir, ama asla bütünüyle bilemez” yine de.
Böyle bir aşk var mıdır? Buna
gerçek anlamda aşk denebilir mi? Tarafların daha doğrusu iki tarafın olmadığı,
tek tarafın yoğunluğunu asla kaybetmeden yaşadığı ve yaşattığı böylesi bir şey
bize aşkın tarifini verebilir mi?
Sorular çoğaltılabilir. Ve
tüm cevaplar ancak her okurun bireysel duygu akışında yönünü bulur.
Kendi adıma şunu söyleyebilirim
ancak; Aşk
bir seçim değildir. Kendiliğinden gelir. Bir anlamda tek taraflıdır çünkü herkes
aşkı kendi bildiği şekilde yaşar ve yine kendi yöntemi ile ifade eder.
Karşılıklı muazzam örtüşen, tam bir uyum içinde yaşanan aşkın bile aslında, iki
tamamen ayrı ve tek tarafı vardır. Aşkın, asla kalıp içine sokulabilir,
duvarlara hapsedilebilir, kafes içine alır gibi parantez arası anlatılabilir bir
tarifi, kuralı, kıstası olduğuna inanmıyorum. Bana göre aşkın psikolojisinden
bahsedilebilir. Ancak tarifi, henüz yapılamamıştır. Yoktur çünkü. Evrende
binlerce sevgi türü vardır, hiç biri birbirinin aynı olmadığı gibi aynı duygu
bir başkasında yinelenemez. O duygu daha az veya daha çok olabilir ama değişen
kişide, o his de mutlaka başkalaşır.
Bu durumda aşkın kalıplaşmış bir tarifi olabilir mi? Sonsuzluğu sorgulanabilen ve çerçevesi çizilmek istenen şeyin aşk değil ilişki olarak adlandırılmasının belki de daha doğru olduğuna inanan biri için yukarıdaki sorulara cevap aranmasının da pek bir anlamı yoktur aslında.
Bu durumda aşkın kalıplaşmış bir tarifi olabilir mi? Sonsuzluğu sorgulanabilen ve çerçevesi çizilmek istenen şeyin aşk değil ilişki olarak adlandırılmasının belki de daha doğru olduğuna inanan biri için yukarıdaki sorulara cevap aranmasının da pek bir anlamı yoktur aslında.
*****
Şu noktada Stefan Zweig’den ve
“Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” nun yazıldığı dönemden biraz bahsetmek
gerekebilir.
Kitabın ‘sonsöz’ bölümünde,
çevirmenin de değindiği gibi; Kitap
1920’lerin ilk yarısında kaleme alınmıştır. Avrupa’nın içinde bulunduğu politik
ve toplumsal çöküş döneminin; Freud, Jung ve
Adler’in psikoloji alanında insan karakterinin o güne dek pek bilinmeyen farklı
yönlerini yorumlaması ile birlikte, dönem edebiyatçı ve sanatçılarının
eserleriyle bu çöküşe ters orantı sağlayabilecek bir yükseliş yaratma arzusu da
göz önünde bulundurulmalıdır.
Stefan Zweig; Freud öncesi, Freud ve sonrasına uzanan geniş bir
psikoloji birikimine sahip bir yazardır. Ve bu birikim kitaplarında yarattığı
tüm karakterlerde net bir şekilde gözlenebilir. Aynı zamanda kendisi biyografi
türünün en önemli isimlerinden biridir. Ve bu biyografilerde anlatılan tarihi
kişilikleri, tüm yönleri ile kavrayabilmemizi sağlayan ve bize bir roman
tadında okutturan yine bu birikimin ürünüdür.
Kendimce yazıya dökmeye
çalıştığım bu güzel kitapta ise; bir kadının tutkulu aşkının ve düşünülebilecek
her türlü detayı içinde barındıran mektubunun, bu uzun ve güzel öykü yazarının
bir erkek olması ve bunu bu denli derin sunabilme yetisi bana göre muazzamdır.
*****
“Ben yalnızca sana
inanıyorum, yalnızca seni seviyorum ve yalnızca sende biraz daha yaşamaya devam
etmek istiyorum... seni seviyorum....”
O.../
Kitap: Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Brief einer Unbekannten), Stefan Zweig. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Almanca
aslından çeviren Ahmet Cemal.
Yorumlar
Yorum Gönder