CLARISSA, STEFAN ZWEIG!

Clarissa, Stefan Zweig

Ben yarım kalmış bir roman taslağının kahramanıyım. Beni var eden yazarın, savaşın yıkımına daha fazla dayanamayarak 1942’deki intiharı sonrası uzun yıllar sessizce bekledim. Biri beni duyana kadar aslında hiç olmayan sesimle haykırdım. Tam 39 yıl dağınık, zamanla sararmış sayfalar arasında kaybolmuş bir halde dolandım. Belki de bu yüzden eksik hissederim kendimi. 39 yıl sonra bu dağınık notlar ışığında tamamlanıp, su yüzüne çıktığımda, artık var olan bir kitabın sayfalarında nefes alan gerçek bir roman kahramanına dönüştüm. Anılarımın romanda bu denli silik olması, belli detaylar hariç kendi yaşamımı hatırlamıyor olmam, etrafımda olup biteni hep uzaktan izlerken, sadece gözlemleyen, hissedemeyen, adeta kimsenin farkına varamadığı görünmez, şeffaf bir heykel gibi duruşum¡ hep buna bağlı belki de.

Ben, Clarissa Schuhmeister. 1884’te Viyana’da doğdum. Babası orduda yüksek rütbeli bir asker kızı. Doğumumda bazı şanssızlıklar neticesinde annemi kaybettim. Benden iki yaş büyük ağabeyim Eduard, babamın gururu, kendisi gibi şerefli bir asker olmasını arzu ettiği biricik oğlu. Kardeşimden ve babamdan ayrı hep değişik yüzler farklı evlerde geçen çocukluğum. Sekiz yaşına geldiğimde, babamın askeri ataşe olarak Petersburg’a atanması sonucu aile meclisinin kararı ile benim Viyana yakınlarında bir manastıra, ağabeyimin ise askeri okula gönderilmesi ile biten ilk çocukluk yıllarım.

Babamla hiç başlayamayan ilişkimiz bu ayrılışla daha da mesafeli bir hal aldı. Ruhumuzdaki görünmez duvarların, manastırın disiplini ile örülmüş buzdan bir kaleye dönüşmesini seyrettim. Babam mesleği itibari ile sert mizaçlı, dimdik duran, disiplin aşığı bir adamdı. Hep mi böyleydi, yoksa annemin ölümü ile birlikte sarsılan, yarım kalan benliği, ruhunun bir kısmını katılaştırmış mıydı bilemiyorum. Aslında artık biliyorum, romanda ikincisi olduğu yazıyor. Ama ben birincisi olmasını tercih ederdim. O zaman belki sadece bir mizaç sorunu olurdu bu. Oysa şimdi, bu kopuşta ki payımı sorgulamadan edemiyorum. Kendini sadakatle bağlı olduğu İmparatorluğun, Avusturya’nın ordusuna, işine verdi. Anketler hazırladı, istatistikler tuttu, arşivler içinde ruhunu beslemeye, ayakta durmaya çalıştı. Bunu yaparken de bizi o bütünün hep dışında tuttu.

Manastırda geçirdiğim 10 yıl boyunca, önem verdiğim, kendimi ayrıcalıklı hissettiğim tek gün Manastır’da ziyaret günü olan Pazar’dı. Pazar hepimiz için dış dünyaya açıldığımız, tekdüzelikten sıyrıldığımız tek gündü. Haftanın diğer günleri ise benim için sönük, kimse tarafından fark edilmeyen, doğru dürüst tek arkadaşı bile olmayan, sessiz gösterişsiz bir kızın günleriydi.

Babam, dimdik yürür, kalabalığın arasından sıyrılarak salona girerdi. Herkesin ilgisini çekerdi, .öğretmenimden benim hakkımda bilgiler alır, sırtı daha bir dikleşir, gurur dolu gözlerle bana bakardı.

Gurur! Ya sevgi, şefkat var mıydı o gözlerde? Bazen saçımın okşanmasını beklerdim, ve hissederdim, sanki bir an için bile olsa gözlerindeki katı gurur perdesi geriye çekilir gibi olurdu, fakat toparlanması da uzun sürmez gerisin geri perde tekrar çekilirdi. Ziyarete gelişinde de, ziyaret saati bitip onu uğurladığımda da beni sadece alnımdan öperdi. Bana belli etmeye çalışmasa da beni sevdiğini bilirdim, fakat bir şey vardı onu engelleyen, mesafeli kalmasını sağlayan, yufka, yardımsever yüreğini insani yönünü kabullenmekten utanan, bilerek etrafına duvar örmesini sağlayan¡ annem ve askeri disiplin.

Bu disiplini bana alıştırmayı da başardı. Benden ona düzenli raporlar halinde mektuplar yazıp göndermemi istedi bir gün. Düşünüyorum da tüm bu raporlar, mektuplar bütün yaşantım boyunca peşimden geldiler. Hayatımdaki çoğu şey bir planın, programın, önceden yazılmış raporun parçalarıydı sanki. Ne tuhaf geliyor böyle düşününce. Düzenli aralıklarla yazıya geçen şeyler, düzenli bir his kaybına sebep olabilir mi? Bir nevi yaşanmışlığı olmama duygusu.

Böyle ikilemde kaldığım zamanlarda, beni fikrinde doğuran, can veren, bana kelimelerde hayat veren yazarım Mr. Zweig romanı kendi bitirseydi farklı mı olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Hayır, tabii ki beni ben yapan karakter üzerinden o dönemin en büyük acılarını, savaşı, yıkımlarını anlatmaya çalıştığını ve belki de dönem itibari ile babamın yüreğini kaplayan kalın tabakanın oluşmasını sağlayanın da savaş olduğunu biliyorum. Adeta dönemin zorluğu babamın karakterine yansırken, benim hayatın masum, saf, halini yansıtmam ve sonuna kadar ayakta kalabilmem. Evet, bunu biliyorum. Ama yine de bazen kitabın adı dahil, bu romanın kahramanı ben olmama rağmen, hak, özgürlük, eşitlik ve tüm toplumsal ideallerin kelimelere dökülmesinin romanda ki diğer karakterler tarafından çalınmış olması beni rahatsız ediyor diyelim. Onların ağzından sunulması, benim bir anlamda sadece dinleyen, onaylayan buna rağmen ana kahraman olma özelliğimi romanın ortalarında bir yerde ele almam ve sonlara doğru hayatımın o en önemli kararına kadar ertelemem.

Düşündüm de şimdi, karşılıklı diyalog çok az romanımda. Şu ana kadar benim ağzımdan okuduğunuz anlatımların, ifadelerin, olayların, ya da kısa biyografimin biraz daha uzun anlatılmış hali baktığınızda. Neden? Dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyorum değil mi? Romanı Stefan Zweig tamamlasaydı, farklı olur muydu? Ya da belki de tamamen vazgeçip yepyeni bir Clarissa’ya dönüştürür müydü?

Her ne ise, devam edelim isterseniz! Sevgili Marion, manastırdaki tek arkadaşım, yalnızlığımı paylaştığım şeffaflığıma renk çalan bir fırça darbesi gibi girdi hayatıma, içten cıvıl cıvıl hali ile örttüğü yalnızlığı ile, dostum diyebildiğim tek kişi. Roman boyunca da çok sonraki yıllarda tekrar karşılaşıncaya kadar tek arkadaşım olarak kaldı. Başkaları olduysa da sevgili fikir babam buna değinme gereği görmemiş olsa gerek.

1912, babamın yaşadığı iç çöküş, romanımın ve benim şeffaflığımı, görünmezliğimi saklayabildiğim, kendimi erteleyebildiğim, manastırın gri duvarlarına veda yılım olarak nitelenebilir. İlk huzursuzluğum. Bugüne kadar hep başkaları benim için belirlemişti yapacaklarımı hatta her günü, her saati programlamışlardı oysa şimdi ilk defa meslek seçimi ile karşı karşıyaydım ve bu tamamen benim kararım olacaktı.

Bu şekilde konuşmam ne denli doğru bilemiyorum!

–Ah! Clarissa zaten seni, romanını, her adımını belirleyen bir başkası değil mi? Aslında benim seçimim, dünyam, kararım dediğin her şeyin yazar tarafından belirlenmiş olduğunu sen de şu an bu satırları okuyan biz okurlar gibi biliyor olmalısın.

Evet duyar gibiyim sizi. Ama olsun, sonuçta ben bu kitabın tamamlanıp basılması ile artık yaşayan bir roman kahramanıyım değil mi? Eh! 39 yıl tamamlanmayı beklemiş bir kahraman olarak, bu kadarı hakkım olsun benim. Kendimi tekrar anlatmak. Anlamlandıramadıklarımı, neden böyle kurgulandığımı çözemediğim sayfalara geri dönüp, yazarıma ve beni tamamlayan yayıncıya soru sormak. Değişemeyeceğini bilsem de sorgulayabilmek.

Evet nerede kalmıştık? Meslek seçimi. Tabii ki romanın taslağında bana yazılmış karaktere çok uygun dolayısı ile mutlu, rahat hissedebileceğim bir mesleğin içinde buldum kendimi. Fakat biraz özgürleştirildiğimi de itiraf etmem lazım. Zamanı da gelmişti zaten.

Böylece ünlü sinir hastalıkları doktoru Prof. Dr. Silberstein’ın yanında asistan-sekreter, arşiv görevlisi olarak çalışmaya başladım. Dr. Silbertein, iyiliksever, kendini feda edecek kadar yardımsever fakat bu insani yönünü kabullenmekte zorlanan babacan bir portre çizer. Romanda yüreğimi tanıyan tek kişidir diyebiliriz. Benim kişiliğimde , yapımda diğer insanlarla devamlı bir mesafe vardır.

_“Varlığınız hemen hiç hissedilmiyor, belki siz de kendinizi yeterince hissetmiyorsunuz” demiş, yıllardır derinde bir yerlerde bildiğim şeyi açıkça ifade etmiştir. Yani bir bakıma romanın ortalarına kadar süren şeffaflığımın, mesafeli duruşumun yazar tarafından da bilindiğini ve Dr. Silberstein karakteri ile dillendirildiğini böylece anlıyoruz değil mi?

Dr. Silberstein’ın sohbetlerimizde dile getirdiği bir çok konu arasında özellikle kişinin kendi zayıf özelliklerini bilmesi üzerine söylediklerini okumanızı hatta aklınızda tutmanızı tavsiye ediyorum. Ben belli ki öyle yapmışım, ve sevgili patronum bir konferans için beni Luzern’e gönderdiğinde kendini artık daha iyi tanıyan, zayıflıklarını bilen, kabullenen, şu ana kadar kaybettiklerinin, geç kalmışlıklarının farkında olan bir Clarissa ile karşılaşıyoruz.
Şu söz romanın belki de temel duygusunu oluşturur. ‘İnsan alışkanlıklardan yalnızca kendine döner”.

Sevgili Leonard, ‘Leonard’ hayatımın bundan sonraki şekillenmesinde, değişmesinde aşkın adı.

Rahatlıkla şunu bir kez daha ifade etmek istiyorum ki Sevgili Yazar’ımın insani, politik, toplum, demokrasi sosyalizm savaş ile ilgili tüm fikirleri bir kez daha bu defa Leonard’ın ağzından dökülür roman boyunca.

Ve aşk, ne güzel bir duygudur! Kitabın konusu ne olursa olsun her roman kahramanının arzu ettiği o yoğun his… bir romans, bir sevi masalı. Yazarın geçtiği zorlu savaş döneminden, ruhunu beslediği ideallerden, bize ördüğü tüm hikayenin tek umudu, bilgeliğin, sabrın altın anahtarı aşk…

Bu aşkın detaylarını ve örgüsündeki gelişmeleri burada anlatmak istemiyorum, çünkü beni ve sevgili Leonard’ı tanımanızı istiyorum. Yani kitabı okumanızı arzu ediyorum. Tek diyebileceğim zor bir zamanda başlayan, sevginin sonsuz ipi ile düğümlenen ve hayatımı tamamen değiştirip şekil veren bir hikaye olduğu….

Tabii şu noktada bu hikayenin sade bir sevgi masalına dönüşüp, bir aşk romanı kıvamında devam ettiği hissini de vermek istemem. Belki savaş, zor yıllar, mücadele ve kişinin hayatta kalıp devam edebilmesinin kilidi dersem biraz daha açmış olurum.

Romanın devamında, anahtarı kilide takıp kapıyı açtığınızda, tekdüze hayatımın değiştiğini görürsünüz. Yaralılarla dolu bir savaş hastanesinde bulursunuz beni. Bir o kadar umutsuz, bir o kadar hüzünlü ama bir o kadar güçlü, dimdik ayakta duran ben. Kafası karışmış olsa da harflerin o büyülü basamaklarında tökezlemeyen ve ufak bir yardım sonucu yeni kapılara yürüyen Clarissa.

Leonard hayatımda bir gölge olarak omuz başımda tüm heybeti ile bekler. Nerededir? Gelecek midir? Ne olmuştur? Sorular, sorular peşi sıra, hep varlar….Ama en önemlisi tek başıma değilimdir artık.

Burada romanın yazın gücü ile, yazarın kurgu yaratabilmekteki beceresi ile, hayatın en basit değişle sadece bir nokta veya bir çizgi olmadığını kavrarsınız. Uzun sayfalar boyunca sürekli noktalar halinde durağan devam eden hayatımın araya birkaç çizgi almasıyla renklenen ve sonrasında karmaşık bir nokta-çizgi ekseninde devam eden bir hayat yazılmıştır bana.

Tekrar sevgili yazarıma sormak istiyorum aslında, intihar etmiş olmasaydı romanın kurgusu değişir miydi? Böyle biter miydi? 39 yıl sonra romanın derlenip kitap haline getirilmesi evresinde, -ki içinde bulunduğu zorlu dönem de artık tarih olmuştu- karakter ve hikaye örgüsü değişikliklere maruz kalmış olabilir mi? Sorular çoğaltılabilir tabi, ancak bu cevapları asla öğrenemeyeceğiz.

Son olarak, belirtmek isterim ki, ben, Clarissa, hikayemi seviyorum, çünkü farklısını bilmiyorum. Ama bana göre her roman kahramanı, her okurun zihninde farklı algınsa, yüreğinde yakın ya da uzak hissedilse de kaleme alındığı andan itibaren nefes almaya başlar. Sayfalar içinde olgunlaşır, hikayesi anlatılır, duyguları beslenir ve artık bu dünyanın bir parçasıdır.

Bir arkadaşınızı, veya bir aile bireyinizi düşünün. Ne kadar yakından tanırsanız tanıyın, içindeki tüm fırtınaları, sevinçleri bilmenize imkan var mıdır? Varsa bile ancak gözlemlediğiniz kadarına veya size anlattığı kadarına hakim olabilirsiniz. Ya anlatmadıkları?
Evet müsaadenizle artık kapağımı kapatmak, kitabımdaki yerime geri dönmek istiyorum. Kim bilir belki yeni bir okur, beni merak edip, ilk sayfamı okumak üzeredir……


O.../

Mayıs-Haziran 2013


Bu yazı Roman Kahramanları Dergisi, Ekim-Aralık 2013 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar