RÜYA ROMAN...
Ruhları yorgun olup kıpır kıpır bedenler taşıyan veya tam tersi yorgun bir bedende canlı, çocuk ruhlu insanlar görüyorum. Sırası ile önce ruhuma sonra bedenime ayna oluyor bu iki şıkkı da yansıtmadığımı anlıyorum. Sonra yine bedenimin iki yanına sarkan uzuvlardan yararlanıp bu bölünmüşlüğün devamlı olup olmadığını, gelip geçiciliğini tartıyorum. Sol elime ruhumu sağ elime ise bedenimi yerlestirmiş var sayıyorum kendimi. Gözlerimi yumup, ikisinin de elimdeki ağırlığını hissedebiliyorum. Lakin karar vermek eşit derecede hem solak hem sağlak olmam sebebi ile mi bilmem mümkün olamıyor, terazi işe yaramıyor. Hayat nazarında ruhum da bedenim de, hatta beynimi de katarsak işin içine, birbirleri ile barışık oldular her zaman. Her biri kendi köşesinde, kollarını iki yana açmış 'ben' üçgenini oluşturuyorlar aslında. Üçgen dediğimiz şey, ellerini birbirlerine uzatmış üç köşeden oluşur çünkü. Ve o kadar bir ve denktirler ki; her üçgende altı kol olmasına rağmen, sağladıkları bütünlükle siz onları üçgenin üç kenarıymış gibi algılarsınız. Ne tarafa çevirirseniz çevirin üçgeni, biri tepede diğer ikisi altta kalır köşelerin. Öncelikli olan, diğeri berikinden değerli köşe yoktur. Uyum esastır. Aralarındaki denge böyle kurulur...
Peki ne o zaman? Nedir, nedendir bu yorgunluk?
Hem ruhen hem bedenen yorgun olunca insan, tükenir yavaş yavaş. Ne yapıp edip terse çevirmeli. Yılları değil, yapamaz da zaten ama bir yerden başlamalı, tutunmalı... O yer neresi, önce onu bulmalı...
Şöyle başlıyor roman;
'Her sabah odasının kapısını açıp salona geçmeden önce kalbini teninin duvarının dışına sirkeler kapı arkasındaki askıda bırakırdı. Mesafeli, duyarsız görünmek için, sadece bedenini dışarı salar, akşam döndüğünde sabahlığını üzerine geçirir gibi ruhunu askıdan geri alır, gözyaşını sessiz sedasız odasının dört duvarı icinde kendi kalbine akıtırdı.
Her aksam sabah çalması için kurduğu alarmın ilk melodisi daha duyulmadan basardı düğmeye. Sanki saat onu değil o saati uyandirmak icin beklermiş gibi hazır bir refleksle, yine her aksam aksatmadan kurmaya devam ederdi.
Eski, ihtişamlı güzel bir apartmanın ikinci katında yer alan büyük bir daireyi, devletin mecbur etmesi sonucunda iki aile paylaşmaya mecbur kalmış, fazlası ile geniş mutfakla, arka tarafa bakan bir odayı başka bir aileye kiralamak zorunda kalmislardi. Madam Dora ve kocası Mösyö Pavel ne kadar matrak, güler yüzlü hayata pozitif gözlerle bakan insanlar ise, apartman katının ön ve büyük kısmında ikamet eden dairenin esas sahipleri, neşe ve hüzünlerini kadere en iyi ilac saydıkları "zaman" ile yoğururlardı. Onların yaşamına hayat katan ender seylerden biri, her yıl ailesi ile birlikte yurt dışında ikamet eden büyük oğullarının bir aylığına ziyarete gelmesi olurdu. İşte o zamanlarda yüksek tavanlı, soluk renkli odalar nefes alır, yasanmışlık kokan eski mobilyalar renklenir, kader dinlenir, zaman bekletilir, odalara neseli bir kahkaha yayılırdı.
Evin salonuna ait iki pencere, tıpkı yatak odasındaki gibi geniş meydana ve tam karşısında şehrin görkemli tren garının ihtişamlı binasına bakardı. Ancak salondaki pencereden her ne kadar neşe yansıyorsa yatak odasından bir o kadar hüzün damlardı.
Olur da merak edip sorsanız çocukluğu ile ilgili anlatacak zihninde yer etmiş çok fazla anısı yoktu. Daha doğrusu yüzeye cıkartmaya değecek hatıraları azdı. Kapkara saçlarının daha da koyulaştırdığı kara gözleri, esmer bir teni, uzun bir boyu vardı. Kendi halinde, herkes tarafından sevilen, cemaat toplantılarında sözü dinlenen, önem verilen bir ailenin en küçük bireyi idi. Sonradan, ağabeyine erkek olmasından mı, büyük olmasından mı yoksa kendi istemsiz hatalarından mı bilinmez, verilen değerin aynısına sahipti çocukken. Sonra... Sonra değişti her sey.
Müziğe olan yatkınlığı genç yaşında keşfedilmiş, annesi ve diğer 3 teyzesinin de bir müzik aleti çalıyor olma sebebi ile yeteneği dikkate alınmış konservatuar eğitimi alması sağlanmıştı. Genç yaşında müzik notalarını, bir kendini ifade ediş biçimi, bir yaşam tarzı, özgürlük alanı olarak görmüştü. Taa ki...."
Kramp giren ayağımı büküp yere iyice bastırarak rahalatmayı keşfetmişim iyi ki! Hep uykumun içinde geliyor bu kramp. Aniden uyandırıyor beni, kalbim sıkışıyor, nerede olduğumu bile şaşırtıyor bazen. Kitap elimden düştü sanıyorum, yere eğilip bakıyorum. Yok! Aynı anda ise aklım; bu romanın rüya boyutunda yazıldığını hatırlatıyor bana. Mutfağa gidip, kendime bir kahve ve bir sigara molası vermeye karar veriyorum. Sonra yine yatmalıyım uykuya. Çünkü;
Ruh askıda beklemez! ...
Halam"ın anısına!
(bu hikayenin devamı elbette ki var....)
O.../
Peki ne o zaman? Nedir, nedendir bu yorgunluk?
Hem ruhen hem bedenen yorgun olunca insan, tükenir yavaş yavaş. Ne yapıp edip terse çevirmeli. Yılları değil, yapamaz da zaten ama bir yerden başlamalı, tutunmalı... O yer neresi, önce onu bulmalı...
Şöyle başlıyor roman;
'Her sabah odasının kapısını açıp salona geçmeden önce kalbini teninin duvarının dışına sirkeler kapı arkasındaki askıda bırakırdı. Mesafeli, duyarsız görünmek için, sadece bedenini dışarı salar, akşam döndüğünde sabahlığını üzerine geçirir gibi ruhunu askıdan geri alır, gözyaşını sessiz sedasız odasının dört duvarı icinde kendi kalbine akıtırdı.
Her aksam sabah çalması için kurduğu alarmın ilk melodisi daha duyulmadan basardı düğmeye. Sanki saat onu değil o saati uyandirmak icin beklermiş gibi hazır bir refleksle, yine her aksam aksatmadan kurmaya devam ederdi.
Eski, ihtişamlı güzel bir apartmanın ikinci katında yer alan büyük bir daireyi, devletin mecbur etmesi sonucunda iki aile paylaşmaya mecbur kalmış, fazlası ile geniş mutfakla, arka tarafa bakan bir odayı başka bir aileye kiralamak zorunda kalmislardi. Madam Dora ve kocası Mösyö Pavel ne kadar matrak, güler yüzlü hayata pozitif gözlerle bakan insanlar ise, apartman katının ön ve büyük kısmında ikamet eden dairenin esas sahipleri, neşe ve hüzünlerini kadere en iyi ilac saydıkları "zaman" ile yoğururlardı. Onların yaşamına hayat katan ender seylerden biri, her yıl ailesi ile birlikte yurt dışında ikamet eden büyük oğullarının bir aylığına ziyarete gelmesi olurdu. İşte o zamanlarda yüksek tavanlı, soluk renkli odalar nefes alır, yasanmışlık kokan eski mobilyalar renklenir, kader dinlenir, zaman bekletilir, odalara neseli bir kahkaha yayılırdı.
Evin salonuna ait iki pencere, tıpkı yatak odasındaki gibi geniş meydana ve tam karşısında şehrin görkemli tren garının ihtişamlı binasına bakardı. Ancak salondaki pencereden her ne kadar neşe yansıyorsa yatak odasından bir o kadar hüzün damlardı.
Olur da merak edip sorsanız çocukluğu ile ilgili anlatacak zihninde yer etmiş çok fazla anısı yoktu. Daha doğrusu yüzeye cıkartmaya değecek hatıraları azdı. Kapkara saçlarının daha da koyulaştırdığı kara gözleri, esmer bir teni, uzun bir boyu vardı. Kendi halinde, herkes tarafından sevilen, cemaat toplantılarında sözü dinlenen, önem verilen bir ailenin en küçük bireyi idi. Sonradan, ağabeyine erkek olmasından mı, büyük olmasından mı yoksa kendi istemsiz hatalarından mı bilinmez, verilen değerin aynısına sahipti çocukken. Sonra... Sonra değişti her sey.
Müziğe olan yatkınlığı genç yaşında keşfedilmiş, annesi ve diğer 3 teyzesinin de bir müzik aleti çalıyor olma sebebi ile yeteneği dikkate alınmış konservatuar eğitimi alması sağlanmıştı. Genç yaşında müzik notalarını, bir kendini ifade ediş biçimi, bir yaşam tarzı, özgürlük alanı olarak görmüştü. Taa ki...."
Kramp giren ayağımı büküp yere iyice bastırarak rahalatmayı keşfetmişim iyi ki! Hep uykumun içinde geliyor bu kramp. Aniden uyandırıyor beni, kalbim sıkışıyor, nerede olduğumu bile şaşırtıyor bazen. Kitap elimden düştü sanıyorum, yere eğilip bakıyorum. Yok! Aynı anda ise aklım; bu romanın rüya boyutunda yazıldığını hatırlatıyor bana. Mutfağa gidip, kendime bir kahve ve bir sigara molası vermeye karar veriyorum. Sonra yine yatmalıyım uykuya. Çünkü;
Ruh askıda beklemez! ...
Halam"ın anısına!
(bu hikayenin devamı elbette ki var....)
O.../
Yorumlar
Yorum Gönder